Atalarımız “gecenin en karanlık ânı, sabahın en yakın olduğu ândır” demiş. Büyük Fransız şairi Paul Eluard da “Asla tam karanlık değildir gece” (La nuit n’est jamais complète) mısraını döktürmüş, Fransa ve Paris Nazi işgali altındayken.
Bu biraz da en umutsuz anlarda bile umutsuzluğa kapılmamak gerektiğini, umudun her zaman mümkün olduğunu anlatır. İşte bu ölümler, bu yıkım ve umutsuzluk ânında, yine âkil bir ses umutlarımızı yitirmememiz gerektiğini hatırlattı. Bu âkil ses başbakanın kendisiydi. Bu ateşe bir su dökülebileceğini; Kürt meselesinin bir barış masasında, yani olması gereken zeminde konuşulabileceğini söyledi.
Ben şahsen umutlandım. Çünkü Ahmet Davutoğlu’nun, Kürt meselesinin insanî bir eksende çözümü konusunda Kürtler ve Türklerin bulamayacağı bir muhatap olduğuna, daha ilk günden beri canıgönülden inanmaktayım. Gecenin en zifiri karanlık anında da bu umudumu yitirmedim. Her şeyden önce Ahmet Davutoğlu meseleye insani yönden bakar, insani olanı siyasi olanın üzerinde görür; empati kurar, kendini ötekinin yerine koymasını da iyi bilir. İşte bu özellik, bu duruş ve insan merkezli bu bakış açısı, Kürt meselesinin çözümünün de barış ve diyalog yoluyla mümkün olabileceğini görebilmektedir.
Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun 3 Nisan 2016’da barış süreciyle ilgili olarak sarf ettiği şu sözler son derece önemlidir: “Halkın çözüm sürecinden beklediği şey, silahların tümüyle terk edilmesi. Böyle bir şey olursa, 2013 Mayıs’ına dönülürse, o zamanki gibi PKK tüm silahlı unsurları Türkiye dışına çıkarıp ülke içinde tek bir silahlı unsur kalmazsa, her şey konuşulabilir. PKK silahı bırakacak, bunun başka yolu yok. Silah bırakıldıktan sonra, niye konuşulmasın barışın şartları içinde? O zaman siyasetin kanalı açılır. Silah konuşmaya başlayınca siyaset hissizleşiyor.” Bu sözler çok önemli, çünkü herkesin neredeyse savaş naraları attığı bir ortamda, başbakan barıştan söz ediyor. Bu aşırı kutuplaşma anında başbakan, şiddet ve silahların siyaseti hissizleştirdiğini söylüyor. Bunun böyle olmadığı, tersinin doğru olduğu söylenebilir mi? Şüphesiz ki hayır.
Son birkaç aylık şiddetin Türkiye’ye, Kürtlere, Kürt hareketine neler kaybettirdiğinin hesabını herkesten önce Kürtler yapmalıdır. Bunu derken, şiddetin kimler tarafından başlatıldığı ve kimlerin nasıl iştirak ettiği hususlarına girmek istemiyorum. Çünkü mesele onun veya bunun başlattığı konusundan çok daha derindir. Önemli olan, bugünkü ortamın Kürt meselini nasıl etkilediği, dün ve bugün bağlamında nerelere taşıdığıdır. Önce şu kayıpları sıralamaya başlayalım.
* * *
(1) Son birkaç aylık şiddet, sayısını tam olarak bilmememize rağmen, asker, sivil, polis, hendeği kazan ve hendeğin arkasında mahsur kalanlar olmak üzere 4-5 bin insanımızın canını aldı. Binlerce aileye ateş düştü, binlerce çocuk yetim kaldı.
(2) Başta Cizre olmak üzere, Diyarbakır’ın Sur ilçesi, Varto, Silopi, Silvan, Nusaybin, İdil, Yüksekova gibi yerleşim yerlerimiz virane oldu.
(3) Sayısını tam olarak bilemesek de, 500-650 bin civarında insanımız kendi evlerinden oldu; sükûnetin sağlandığı yerlerde de, çoğunun, neredeyse tamamının, gidip başını altına koyacağı bir dam kalmadı.
(4) Bölgede HDP belediyeleri olarak bilinen yerel yönetimler felç oldu; bir kısmının yöneticileri tutuklandı. Belediyecilik hizmetleri bitti. Bugün bölge belediyelerinin verebildiği yegâne hizmet, Kürt çocuklarının cenazelerini kaldırmaktan ibarettir.
(5) Bölgedeki şiddet Batı illerine de sıçradı; Ankara’da otobüs bekleyen okul çocukları bile hedef oldu.
(6) Bölge ekonomisi çökerken, bütün ülke ekonomisi de ağır hasar gördü. Turizm felç oldu; Türkün de, Kürdün de ekmeği küçüldü.
(7) Türkiye’de Kürt meselesinin demokratik siyaset, barış ve diyalog yoluyla çözümü ağır bir darbe aldı.
(8) Batı’daki Türkiye halklarının Kürt meselesinin çözümüne duyduğu sempati de erimeye başladı. Dışlayıcı milliyetçilik güçlendi, ırkçı eğilimler arttı. Kürt olmak yeniden “zor bir zanaat” haline geldi. HDP’ye oy verenlerin, sempati duyanların önemli bir kesimi hayal kırıklığına uğradı. 7 Haziran seçimlerinde Türkiye toplumunun yüzde 13’ü HDP’ye oy vermişken, en azından yüzde 15-20’lik bir kesimi de HDP’yi oy verilebilir bir yelpazede görüyordu. Ancak bu güven ve sempati önemli oranda eridi, belki de bitti.
(9) Kürtlerin yurt dışındaki kazanımları, özellikle Irak ve Suriye’de ağır hasar aldı. Suriye Kürtleri, belki Irak Kürtlerinden önce bile bağımsız bir devlet olma şansını yakalamışken, Türkiye’de şiddete dönüş, Türkiye ile didişme, oradaki hareketin kolunu kanadını kırdı.
(10) Batının kimi başkentlerinde PKK’nin “terör örgütü” listesinden çıkartılması dahi konuşulurken, özellikle Ankara’daki bombalı eylemler, bunu şu anda söz konusu olamayacak şekilde gündemden düşürdü.
(11) Ankara, daha birkaç ay önce Suriye meselesinde PYD’yi konuşulabilir, rasyonel bir aktör olarak görürken, ne olduğunu daha çoğumuzun bilmediği “özyönetim” ilânları, hendek ve barikatlar, Ankara’nın PYD’yi IŞİD ile eşdeğer görmesine yol açtı. PKK’nin irrasyonel şiddete yönelişi, PYD’yi Ankara nezdinde “rasyonel bir aktör” olmaktan çıkardı.
(12) ABD ve kimi Batılı ülkeler, Türkiye’nin sert tutumu nedeniyle PYD’ ye yardım etmekte daha önceki dönem kadar rahat ve istekli değil.
(13) ABD ve kimi Batılı ülkeler, PYD’nin rolünü IŞİD’e karşı mücadele eden askeri bir güce indirgedi. Suriye Kürtlerinin hak ve özgürlük mücadelesi, Kürtlerin statü sorunu ikinci plana düşmüş oldu. Halbuki Kürtler Suriye’de IŞİD’e karşı mücadele eden bir yapı olmadan önce, kendi kimlikleri, hak ve özgürlükleri için sahaya inmişti.
(14) Kürtler Rojava’daki kazanımlarının — Irak Kürtleri meselesinde olduğu gibi — ancak Türkiye’nin kucaklamasıyla daha güvenli ve kalıcı olabileceğini iyi hesaplayamadı.
(15) Rojava devriminde, PYD’nin KDP çizgisindeki diğer Kürt unsurları dışarıda bırakması, Jakoben bir anlayışla onlara hayat hakkı tanımaması, Türkiye’nin tutumunu da negatif yönde etkiledi. Hlbuki PYD örgütsel kaygılarla değil, milli bir bilinçle hareket edip Rojava’da KDP çizgisinin ön plana çıkmasına müsaade etseydi, Türkiye daha ılımlı davranırdı.
* * *
Bunlar kayıplar. Diyeceksiniz ki, hiçbir “kazanım” yok muydu? Bir bütün olarak Kürtler ve Türkler açısından “kazanım” mevcut değil; ancak bu olup bitenlerden “kazançlı” çıkanlar oldu. Onları konuşmaya ve yazmaya gerek yok. Şöyle bir gözlerimizi açıp sınırların ötesine baktığımızda, kimlerin kazançlı çıktığını görürüz.
Son olarak, umarım PKK, Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun bu aklıselime dayalı çağrısını ciddi olarak dikkate alır ve bizler de Kürt meselesini, ölüm ve yıkımların olmadığı medeni bir ortamda konuşma ve çözüme kavuşturma şansını elde ederiz.