Ali Bulaç’la 1999’da Aktüel dergisi için, ana teması ‘İslam ve modernlik’ olan bir söyleşi gerçekleştirmiştim. Bulaç’a, Türkiye’nin hızla şehirleştiğini, bu durumda İslam’ın ve İslami değerlerin de şehirlerde, kapalı sosyo-ekonomik koşulların tersine bir tür ‘değerler rekabeti’ne girmek zorunda kalacağını hatırlattım ve sordum: Modernlik, önüne çıkan her şeyi eritiyor, kendi ürettiği değerlerin dışındaki bütün değerler üzerinde ağır bir hegemonya kuruyor… Sizce, içine girdiğimiz süreç, hayatını İslami değerler üzerine kuranlar açısından da endişe duyulması gereken bir süreç mi?
Bulaç, soruyu cevaplamaya “kaçış yok” diye başladı ve Mısır’da Müslüman Kardeşler’in (İhvan) 1950’lerdeki tecrübesini anlattı. Mısır’da şehirlerdeki ‘modern’ eğilimler karşısında kendi değerlerini koruyamayacaklarını düşünen çok sayıda İhvan mensubu, şehirlerin dışında yarattıkları İslami gettolarda yaşamaya başlamışlar. Fakat çok geçmeden, bunun manasız bir kaçış olduğuna hükmedip geri dönmüşler. “Böyle yapamayız” demişti Bulaç, “şehirlerde kalmalı ve değerlerimizi oralarda savunmalıyız…”
Peki, diye sormuştum, İslam’ın modernlik karşısında erimesi ihtimalini hiç mi yok? Gelen cevap gayet köşeliydi: “Var böyle bir ihtimal. Fakat bu ihtimalin gerçekleşmemesi için modernlikle onun alanlarında rekabet etmekten başka bir yol yok.”
Modernliğin ‘ayartıcılığı…’
Söyleşinin yapıldığı tarihte Türkiye’de İslami köklerden gelen siyasetçiler anlamlı bir iktidar dönemi yaşamamışlardı ve onun tadını bilmiyorlardı (Refah Partisi’nin 1990’ların ortasındaki iktidarsız iktidarını saymıyorum). Dolayısıyla, Ali Bulaç, yalnızca modernliğin Müslümanlar üzerindeki ‘ayartıcılığından’ söz ediyor, muhtemel bir iktidar döneminin ‘ayartıcılığını’ analizine dahil etmiyordu.
Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AK Parti) iktidar döneminde modernliğin yanı sıra iktidarın ‘ayartıcılığı’nın ne kadar güçlü olabileceği de ortaya çıktı ve bu hal Müslümanlar arasında zaman zaman bir iç sızısıyla ifade de edildi. Selin Ongun’un Başörtülü Kadınlar Anlattı: Türbanlı Erkekler adlı kitabında böyle çok sayıda tanıklık ve ifade yer alıyor. Bunlardan, Prof. Dr. Fatma Tülin Kayhan’ın yaşadığı bir tecrübe şöyle:
“Beş altı yıl önceki Hac ziyaretimde Şeytan taşlamak için kullanılacak taşları toplamak üzere bir bölgeye götürüldük. Hac yolculuğumuzda tercih ettiğimiz firmanın yetkilileri bizi taş toplamak için bir araziye bıraktı. Beyler dinlenmek için o civardaki çadırda uzanıyor. Biz hanımlar da taş toplamak için yola koyulduk. Ve civardaki Araplar tarafından uyarıldık: ‘Bu alan taş toplama arazisinin dışında…’ Hemen heyecanla, bize göre çok önemli olan bu gelişmeyi beylere söylemek için çadıra döndük. Bu beylerin içinde ilahiyatçılar, akademisyenler, doktorlar, mühendisler var. Arazinin doğru alan olmadığını öğrendiğimizi söyleyince firmadaki yetkili, ‘Geçen yıl taş toplanan bölgeye burası da dahil edildi’ dedi. Erkekler hemen ikna oldular; sorgulamadan, ‘Tamam burası doğruymuş’ diyerek çadırdaki dinlenmelerine devam ettiler. Biz hanımlar, ‘Bu şüpheli bir iş’ diyerek, taşları asıl yerden toplamak için epey yol yürüdük. Ve emin olarak ibadetimizi gerçekleştirdik. Dolayısıyla Hac ziyaretinde böyle olan erkek, modern hayatta nasıl değişmesin?”
Deizmin ana kaynağı: Modernlik
Bu yazının buraya kadar okuduğunuz bölümü, AK Parti iktidarı ile Gülen Cemaati arasındaki kavga henüz ‘dershaneler’ meselesiyle sınırlıyken yazdığım “AK Parti, Cemaat ve temel içgüdü (iktidar)” başlıklı yazının da giriş bölümüydü… Günümüzün dikenli tartışması ‘deizm’in kaynakları faslına da anlamlı bir giriş olacağı düşüncesiyle buraya aldım.
Hatırlayacaksınız, bu konuda kaleme aldığım ilk yazı “Deizme kayışın bir kaynağı: Dindar siyasi figürler…” başlığını taşıyordu ve geçtiğimiz Perşembe Serbestiyet’te yayımlanmıştı. Şimdi, ikinci yazıda, başlığın da ima ettiği gibi deizmin ana kaynağına dair bir şeyler söyleme çabam kafaları biraz karıştırmış olabilir. Çünkü bir şeyin kaynaklarını ele alma iddiasındaki bir yazının normal olarak en temeldeki nedenlerden başlaması, bilahare daha tâli olanlarına evrilmesi beklenir. Bu ölçüye vurduğumuzda, gençlerin deizme kaymasının kaynakları faslına “dindar siyasi figürler”in olumsuz imajlarının gençler üzerinde yarattığı etkiyle başlamak doğru görünmüyor. Yine de böyle yaptım, çünkü tartışmayı başlatan ilahiyatçılar, deizme yönelmede özellikle dini kimlikleriyle öne çıkan siyasetçilerin ve elitlerin olumsuz örnek oluşturma yönlerine dikkat çekiyorlardı. Tartışma bu nokta üzerinde odaklanmıştı ve ben de tartışmaya oradan başlamayı uygun buldum.
Bu tespitte bir hakikat payı vardı ama, gençlerin deizme yönelmelerinin esas nedeninin dini kimlikli siyasetçilere ve dini elitlere duydukları tepki olduğunu öne sürmek doğru değildi. O etki bir katalizör rolü oynadı ve tepkimeyi kuşkusuz ki hızlandırdı. Fakat kurumsal dinin siyasetçi olan ya da olmayan önde gelenleri, siyasi iktidarın ele geçirilmesiyle birlikte olumsuz rol modelleri olarak öne çıkmamış olsalardı bile gençlerin kurumsal dine mesafe koyma eğilimleri varlığını alttan alta devam ettirecekti. Çünkü katı olan herşeyi eriten ve o ergimiş maddeden birörnek imalat yapan modernlik, hükmünü öyle de böyle sürdürecekti.
‘Modern’ huzursuzluk
Hayatını Tanrı’nın emirlerine, kutsala göre düzenlemesi gerektiğine inanan insanların, Tanrı’nın men ettiği ya da dini açıdan ayıplanan şeylerin iğvasına kapılmalarının nasıl bir huzursuzluk yaratacağı herhalde izahtan vârestedir.
Dünyada Tanrı (din) merkezli bir hayatın yaşandığı eski çağlarda, inanç ile yaşanan hayat arasında büyük çelişkiler yoktu. Fakat Batı hümanizmi Tanrıyı ‘öldürüp’ yerine insanı (bireyi) koyduktan sonra, yani dünyanın ‘Tanrı merkezli’ olmaktan çıkıp ‘insan merkezli’ bir hale gelmesinden sonra inançla yaşanan hayat arasında büyük bir fark ortaya çıktı. Din yerinde duruyor, insana ne vaat ediyorsa onu vaat etmeye devam ediyordu… Fakat dünyevi yaşam, bilim ve teknolojinin muazzam ilerleyişiyle insana eskisinden çok daha fazlasını vermeye başlamıştı ve bu sayede ortaya çıkan modern yaşam, dinin talep ettiği hayat tarzıyla çelişiyordu.
Dini de Tanrı’yı da reddedip (ateizm) bu huzursuzluktan kurtulmak mümkündü ama, inanç ihtiyacı olanlar için bu yol da kapalıydı.
Deizm, işte bu insanlar için mükemmel bir bileşim sunuyordu. Deizm sayesinde hem inanç ihtiyacı tatmin ediliyor hem de kurumsal dinlerin modern hayatta yerine getirilmesi giderek zorlaşan amellerinden ve zorunluluklarından kurtulunmuş oluyordu.
‘Terapi edici ahlâkî deizm’
Şükrü Hanioğlu, gençler arasındaki deizme yönelişin Türkiye’ye has olmadığını ele aldığı dünkü (15 Nisan) yazısında (Sabah, Terapi edici ahlâkî deizm), deizmin, modern-seküler hayatın iğvası ile dinin vecibeleri ve kuralları arasında sıkışmış gençler için ‘popülist’ bir çıkış yolu olduğunu belirtiyordu. Hanioğlu yazısında bunu destekleyen bir araştırmaya da yer veriyordu:
Gençlerin benzer eğilimlere yönelmesi ABD'de kapsamlı araştırmalar yapılmasına neden olmuş ve bunlar neticesinde sosyolog Christian Smith'in "Terapi Edici Ahlâkî Deizm (Moralistic Therapeutic Deism)" ifadesiyle tanımladığı bir kavramsallaştırma yaygın kabûl görmeye başlamıştır.
(…)
Bu ise bireyciliğin yükselişi, kapitalist tüketim toplumunun kökleşmesi, dijital iletişim devrimi, yirminci asır pozitivizminin tortusu ile ampirizmin popüler kültür üzerindeki etkisi ve nesiller arası bağlantının zayıflaması benzeri nedenlerden kaynaklanmaktadır.
"Terapi Edici Ahlâkî Deizm" kavramı klasik ya da modern anlamında "deizm" ve onun "akıl-Tanrı" arasındaki yaratmaya çalıştığı bağdaştırma ile ilişkisi olmayan, popüler bir "inanç biçimi"ni tanımlamaktadır.
ABD'de örgütlenmiş din kurumlarının "Kafeterya Hıristiyanlığı" ifadesiyle aşağıladığı bu yaklaşımı benimseyen gençler dine, "arzularının gerçekleşmesine yardımcı olacak;" ama "yaşamlarının akışında değişim yaratmayacak," onlardan taleplerde bulunmayacak, kurallar dayatmayan, "toplumsal değil şahsî düzeyde iletişim kuracakları" bir kaynak olarak yaklaşmakta ve onu işlevselleştirmektedir.
Bunun neticesinde örgütlenmiş, kurumsal "din"in yerini işlevselleştirilmiş, bireysel "inanç" almakta, Tanrı ise "sorunlu dönemlerde yardıma koşan," ama adanma, itaat ve disiplin çerçevesinde ibadet talep etmeyen bir "terapist" olarak kavramsallaştırılmaktadır.
Bu ise Tanrı'nın varlığını inkâr etmeyen; ama onun ihtiyaç duyulmadıkça gündelik yaşama müdahale etmediğini varsayan, benzeri şekilde, ahlâkî karakterli; ama "yükümlülük"ten kaçınan bir "inanç" biçimini şekillendirmektedir.
‘Sapıklık’ diyerek, yok sayarak…
Müslüman dünya, modern-seküler hayatın karşı konulması güç ayartıcılığı henüz kapısını çalmadan önce kendisinin böyle bir sorununun olmadığını düşünüyor, Batı’nın içine girdiği ‘ahlaki çöküş’ten yola çıkıp İslami inancın Hıristiyan inancına üstünlüğü sonucuna varıyordu.
Ne var ki 20. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren İslamiyetin kalkanlarının modernlik karşısında o kadar da muhkem olmadığı ortaya çıkınca bu söylem yavaş yavaş etkisini kaybetti.
Şimdi, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın deizme dair fetvası biraz bunu hatırlatıyor. Başkanlığa göre, bu Batı gençliğinin sorunuymuş, Müslüman Türk gençlerinin bu türden ‘sapık’ akımlara kapılması mümkün değilmiş.
Eh, Cumhurbaşkanı Erdoğan da zaten “olmaz böyle şey” demişti.
Demek ki ‘deizme kayan Müslüman gençler’ hususunda endişelenecek bir durum yokmuş.