(…) Kendisi için “demokrasinin amigosu” sıfatını uygun gören bu hakiki burjuva, hakiki liberal nasıl oldu da sapına kadar devletçi ve tutucu iş dünyamızın içinden fışkırıverdi?
Bunun nedenini biliyoruz aslında: Varlık Vergisi faciası…
1942'de hükümet tarafından azınlıklara yönelik olarak çıkartılan Varlık Vergisi'ni ödeyemeyen bütün azınlık mensupları gibi, Alaton'un “Atatürk hayranı, bilahare CHP partizanı” olan babası da Erzurum Aşkale'ye sürülmüş, orada bir yıl zorunlu çalışmaya tâbi tutulup “borçlarını ödemesi” sağlanmış:
“Satıldı her şey. Bir tek kemanı kurtarabildik. Anneme aitti. Satılmadı, komşuya kaçırıldı. Varlık Vergisi için memurların hacize geleceğini öğrenen annem bir tek kemanını kurtarabildi. Sonra komşu bir müddet sonra iade etti. (…) Babam idealist bir adamdı, devletin tokadını yiyince bir daha kendine gelemedi. Bir sene Erzurum Aşkale'de kaldı. Döndüğünde saçları bembeyazdı, onu tanıyamadım. Çok ihtiyarlamıştı. 41 yaşında ihtiyardı. Devletine küstü ve bir daha kendine gelemedi.”
Babasının felaketi, kendisinin başlangıcı
Varlık Vergisi faciasının nasıl olup da İshak Alaton gibi hakiki bir burjuva, hakiki bir liberal ürettiği meselesine gelince… Bunun nedeni, bu sayede Alaton'un Türkiye'yi terk edip İsveç'e gitmesiydi.
Varlık Vergisi'ni işte bu nedenle babasının “felaketi” ve fakat kendi “başlangıcı” olarak görüyor. Çünkü bu nedenle her şeye sıfırdan başlaması gerekmiş, oysa başlarına bu felaket gelmeseymiş, babasının yanında çalışıp “tüccar” olacağını söylüyor.
İshak Alaton o durumda da Türkiye'nin sayılı işadamları arasına girerdi herhalde ama, zihniyeti büyük bir ihtimalle etrafta bolca gördüğümüz “arkaik” burjuvaların zihniyetinden farklı olmazdı.
Keşke İsveç'e gitmesi için Varlık Vergisi gibi bir zulüm mekanizmasının çalışması gerekmeseymiş, fakat işin o yanını bir an için unutursak, şöyle düşünebiliriz: İyi ki İsveç'e gitmek mecburiyetinde kalmış, ne güzel, o sayede şimdi bir “demokrasi amigomuz” var.
İsveç’te kendini ‘kral gibi’ hisseden bir işçi
Alaton, 15 yaşındayken gidip 28 yaşındayken döndüğü İsveç'te bir lokomotif fabrikasında kaynakçı olarak çalıştı. Döndükten sonra da arkadaşı, yoldaşı Üzeyir Garih'le birlikte Bankalar Caddesi'ndeki Vefai Han'da tek göz odalı şirketini kurdu.
İshak Alaton, İsveç'te karşılaştığı “medeniyet” karşısında şaşkına dönmüştü, en çok da kadın ve işçi hakları çarpmıştı onu. Annesine gönderdiği bir mektupta, fabrikanın yüzme havuzundan söz ettikten sonra “kendimi kral gibi hissediyorum” diye yazmıştı.
Türkiye'ye döndükten ve kendisi de işçi çalıştıran bir patron haline geldikten sonra, İsveç'te gördüklerini kendi fabrikasında da uygulamak istedi. Fabrikanın duvarlarını somon renginde boyadı, işçilerle arkadaşlık eden bir patron haline geldi; yemeklerini de işçilerle birlikte yiyordu.
Sonuç: Fabrikaya polis baskını! Alaton'un “komünist” olduğuna dair ihbar alınmıştı, temel gerekçe ise fabrika duvarlarını “kırmızı”ya boyamasıydı!
Çok sonra, ihbarı yapanın bir sendikacı olduğu ortaya çıkacaktı. Sendikacı, “uygulamalarınız bizim işimizi çok zorlaştırıyordu, böyle bir çareye baş vurmak zorunda kaldık” gibisinden bir şeyler söylemişti sosyal demokrat işadamına…
Devir, “anti-komünist”lerin bile “komünizmin her türüne karşı olduğunu” söyleyen polisler tarafından derdest edilip götürüldüğü yıllardı ama neyse ki Alaton'un başına kötü bir şey gelmemişti.
Sonrası da iyi gitmiş… 2009'da New York Times'dan Sabrina Tavernise'a verdiği bir söyleşide “kökeninden dolayı hiçbir zaman dışlanmadığını”, Türkiye'nin kendisine hep “eşit vatandaş” muamelesi yaptığını söylüyor.
İshak Alaton bugün “zengin” bir adam ama, parayla ilişkisinde de gündelik hayat telakkilerinde de siyaseten anlaşamadığı burjuva dostlarından çok farklı bir çizgiyi temsil ediyor.
Para: Çok iyi bir hizmetkâr, çok kötü bir efendi
Parayla ilişkisini bir Fransız atasözüyle anlatmayı seviyor: “Para, çok iyi bir hizmetkâr, çok kötü bir efendidir…”
Kendisine, “Forbes'un kapağında olmak güzel bir şey değil mi?” diye soran Zaman gazetesi genel yayın yönetmeni Ekrem Dumanlı'ya da şu cevabı vermişti:
“Güzel bir şey olabilir, ama bedeli çoksa o zaman güzel bir şey değil. Forbes mecmuasının kapağında olmaktansa, ismim söylendiğinde 'güvenilir' biri denilmesi çok daha önemli.”
Aynı söyleşiden, şu soru-cevaplar da ilginç:
“- Geride ne bırakacaksınız miras olarak?
“- Neyim var ki? 2 arabam var, biri 1968 model Mercedes 280S, diğeri de 20 senelik Lincoln. En yeni arabam 20 seneliktir.
“Niye değiştirmiyorsunuz?
“- Yürüyor, çalışıyor. Bugünkü arabamın 4 tekerleği var, bundan sonra alacağım arabanın da 4 tekerleği olacak…”
Fakat bence onun hayat telakkisini en iyi ortaya koyan şey, evinin bir mezarlığı görüyor olması ve bunun seçilmiş bir şey olması:
“Evet. Bilerek aldım, çünkü mezarlığın yanında yaşamanın huzur verici olduğunu düşünürüm. Çünkü her zaman insanın aklında fani olma olayı bulunduğu için yaşama daha heyecanla ve daha sevgiyle bakıyor. Nasıl olsa faniyiz, nasıl olsa geçiciyiz. Bunun bilincinde olan insan daha farklı yaşar.”
Keşke iş dünyasında böyle yaşayan ve böyle düşünen daha fazla insan olsaydı…