Tekrar altını çiziyorum; devrim, belirli bir üretim ilişkisiyle karakterize olunan toplumsal bir sistemin içinde, onun diyalektik anlamda inkârı (bir üst düzeyde devamı) demek olan yeni üretici güçlerin zamanla, tıpkı ana rahmindeki çocuk gibi gelişerek çıkıp gelmesi olayıdır.
Bu süreç içinde tabii ki çekişmeler, sınıf mücadeleleri, altüst oluşlar olacaktır; ama devrim hiçbir zaman varoluş koşullarını eskinin içinde üretebilen bir sınıfın (ezilenlerin) politik bir altüst oluş sonucu iktidarı ele geçirmesiyle gerçekleşen popülist bir toplum mühendisliği faaliyetine indirgenemez. Bana dünyanın hiçbir yerinde bu şekilde gerçekleşen bir devrim gösteremezsiniz. Alın bir Fransız İhtilali’ni ve diğerlerini. Bütün bunlarda devrim, eskinin içinde gelişen sivil toplumun yeni bir sistem olarak çıkıp gelmesinden başka bir şey değildir. Devrim ile isyanı ve altüst oluşu birbirine karıştırmamak gerekiyor.
Dahası var.
Haydi, “emperyalist zinciri en zayıf halkasından yaran” politik bir devrimle işçi sınıfı iktidarı aldı diyelim; ama hepsi bu kadar değil ki. Alın Çarlık Rusyasını. Burası henüz burjuva devrimini dahi yapmış, yani daha burjuvazinin iktidarda olduğu kapitalist bir ülke bile değil. Bakın, “Çarlık Rusyası” diyoruz, yani söz konusu olan henüz feodal yapının (en azından kabuğun) egemen olduğu bir toplum. Ama neymiş; bunlar artık önemli değilmiş, emperyalizm çağında burjuvazi adına bu işi de işçi sınıfının kendisi yapıverirmiş. Şimdi bu konuda müzelik solcularla polemiğe girseniz, hemen size Lenin’den alınma binbir Menşevik, dönek vb kavramlarla saldırır, önünüze İki Taktik’i koyarlar. Hani kardeşim ne oldu, sonuç ne? Bugün hangi sınıfı temsilen kim var Rusya’da başta, söyler misiniz? Yoksa mevcut Rusya’yı (Putin’in ve oligarkların Rusya’sını) “proletarya devrim”inin komünizmden önceki en son aşaması olarak mı ele alacağız? (Bakın, “eğer geriye dönerek tarihin akışını değiştirmek mümkün olsaydı en büyük isteğiniz ne olurdu?” sorusuna PUTİN ne cevap veriyor: “Sovyetlerin çöküşünü engellerdim.”[1] Kolay gelsin!) Her şey, bugün başında Putin’in olduğu bir tür “devlet sınıfı”nı yaratıp başa getirmek için mi yapılmıştı? Yoksa “emperyalistlerin oyununa geldik, sil baştan” mı diyorsunuz? Hani Sezen Aksu’nun o şarkısında olduğu gibi, “hayat sana inat, sil baştan seni yeniden yaşayacağım” mı? O zaman gerçekten “kolay gelsin” demekten başka çare yok.
Bitmedi; peki “ikinci aşama”ya, yani “komünist topluma” nasıl geçilecekti? Madem burjuvazi objektif-mutlak bir gerçeklikti; o halde, her ne kadar kendi zıddı olarak işçi sınıfını yaratsa da, hiçbir şekilde kendiliğinden yok olmayacaktı. Şeyler (maddi gerçeklik olarak nesneler) zıtlarını yarattıktan sonra hiçbir şekilde kendiliğinden “yok olmaz”dı. Bu nedenle, gelişmenin belirli bir aşamasında kendi zıtları tarafından bir şekilde “yok edilmeleri” gerekiyordu. Böylece varolan maddi gerçeklik “kendi zıddına dönüşmüş” olacaktı! Ama “devrimin ikinci aşaması” olan komünizme geçerken durum farklıydı. Bu durumda “aradaki çelişki uzlaşmaz olmadığı” için, geçiş barışçı bir süreç içinde kendiliğinden olacaktı.
İşte, “işçi sınıfının bilimi”ne göre, burjuvaziyi ve onun temsil ettiği kapitalist sistemi yok ettikten sonra objektif-mutlak bir gerçeklik olarak kendisi hâlâ varolmaya devam edebilen bir sınıfın (işçi sınıfının) ikinci aşamaya geçilirkenki pozisyonu ve bu sürecin “diyalektiği” de budur. 1917’nin de, daha sonraki “devrimlerin” de ileriye dönük ideolojik bakış açılarının özü bu olmuştur.
Müsaade ederseniz, Castro’nun ölümünün ardından daha önceki bir çalışmamı yeniden yayınlarken yazdığım önsözü tam bu noktaya almak istiyorum (http://www.aktolga.de/m23.pdf).
İşte, bu çalışmadan bir özet.
Nedir o Küba Devrimi dediğiniz şey? Bırakınız Küba’yı bir yana; 1917 de olan nedir, ne idi? 1917’de Rusya’da da devrim mi olmuştu?
Ben diyorum ki, kapitalizmden modern sınıfsız topluma geçiş anlamında (bu doğrultuda) ne Rusya’da, ne de Küba’da devrim oldu. Buralarda olan şey bir “altüst oluş”tur; sistemin (toplumun) tersine çevrilmesidir. Sistem, bilimsel anlamda, “anti-kapitalist” etiketiyle gene kapitalist bir sistemdir. Evet, burada artık üretim araçlarının bireysel mülkiyeti söz konusu değildir; ama bu yanıltıcı olmasın, çünkü bu sefer de “üretim araçlarının mülkiyetine işçi sınıfı adına sahip olduğu söylenen bir devlet” ve devlet sınıfı vardır ortada. Bu nedenle, eğer üretim araçlarının bireysel mülkiyetine dayanan topluma kapitalist toplum diyorsak, ortaya çıkan bu yeni toplum da “anti-kapitalist” bir devletçi toplumdur, başka bir şey değil. Bunun, “üretici güçlerin gelişerek mevcut üretim ilişkilerinin kabına sığamaz hale gelmesi” ve “üretici güçlerin gelişme düzeyine uygun yeni bir üretim ilişkileri sisteminin kurulması“ anlamında devrimle hiçbir alâkası yoktur.
Kendimizi aldatmayalım; 1917’den sonra inşa edilen Sovyet toplumunda üretici güçler daha mı hızlı gelişmiştir?
İktidar alındıktan sonraki yetmiş yıl boyunca inşa edilen üretim ilişkisi, her şeye devletin sahip olduğu katı devletçi bir üretim ilişkisi olmanın ötesinde nedir ki? Üretim araçlarının mülkiyetinin topluma ait olduğu, “sınıfsız topluma evrilen,” devletin “yavaş yavaş yok olmaya doğru evrildiği” bir üretim ilişkisi midir, burada söz konusu olan?
Aynı şekilde, Küba’da devrimden sonra üretici güçler daha mı hızlı gelişmiştir? Küba’da elli yıldır egemen olan üretim ilişkisi nedir? Bu mudur, “üretici güçleri geliştirici” olan “daha ileri üretim ilişkisi”? İnternetin bile çok az kişiye nasip olduğu bir toplum mudur “daha ileri” olan?
Sonuç mu?
60’lı yılların sonu ve 70’li yıllar… Hepimiz gencecik insanlarız; bütün istediğimiz, insanın insan tarafından sömürülmediği sınıfsız bir toplumun yaratılması. Nasıl olacak bu iş diyorsun; önüne “bu işin bilimi” denilen bir sürü kitap ve reçete konuyor. Oturuyor okuyorsun ve diyorsun ki tamam! Başlıyorsun buradaki “bilimsel sonuçları” hayata geçirmek için mücadeleye. Kavgaysa kavga, kendini feda etmekse feda etmek. Her şeyi göze alarak çıkıyorsun yola. Bir Mahir, bir Ulaş, bir Deniz… işte bizim hepimiz bu yolun yolcuları olduk. Ama sadece bizler mi; son 150 yılın tarihine bakın, milyonlarca insan bu yolda mücadele etti ve hayatını kaybetti. Yani mesele sen, ben meselesi değil. Mahir şunu demiş de öteki bunu demiş olayı değil. İşin altında koskoca bir 20. yüzyıl zihin dünyası yatıyor.
Marx’ın tarihsellik anlayışının bir kere daha altını çizelim: İnsanlar yaşadıkları süreçler içinde kendi tarihlerini sadece kendilerinin yaptıklarını sanır, ama mesele hiç de o kadar basit değildir! Evet, belirli bir anda tarihlerini kendileri yapmakla meşguldür, bu doğru; ama farkında olmadan bunu daha önceden yazılmış ve oynanmış bir senaryonun o ânın koşulları içindeki devamı olarak yaparlar; yani tıpkı kendilerinden önceki kuşaklar gibi, hem birer aktör, hem de gelecek kuşaklar için yeni senaryoların potansiyellerini yaratanlar olarak.
Bunları yazarken aklıma hep o Marksizmin-Leninizmin klasikleri geliyor, özellikle de defalarca yutar gibi okuduğumuz Lenin’in kitapları… O İki Taktik’ler, o Bir Adım İleri İki Adım Geri’ler, o Materyalizm ve Ampiriokritisizm’ler… Menşeviklerle, anarşistlerle polemikler… Nasıl da ezbere bilirdik; hepimiz birer Lenin ya da Stalin olmuştuk sanki; sonra kendi içimizde oportünizm, sağ ve sol sapma avcılığına çıkardık! Şimdi bunları düşünüyorum da aklım almıyor; bir zamanlar biz neymişiz diyorum kendi kendime. Ne oldu peki sonra? Ne Berlin Duvarı kaldı ortada, ne de “Sosyalist Sistem.”
Ama tek duvar sadece yıkılan o Berlin Duvarı değil ki; bir de kafaların içinde nöron ağlarıyla inşa olmuş duvarlar var ve onların yıkılması daha zor oluyor. Ne kadar ilginç değil mi; şimdiye kadar bütün bunları kendine dert edinip “niye böyle oldu” diye soran ve olup bitenleri açıklamaya çalışan bile çıkmadı. Ne çıktı peki? İnanın, eğer PKK ve Öcalan da olmasaydı Türkiye solcuları herhalde can sıkıntısından bunalıma girerlerdi. Neyse ki uzatılan o ipe sarılarak solculuğu kurtardılar (mı acaba).
Fakat bu arada, 20. yüzyıldaki anlamlarıyla sağ-sol diye bir şey de kalmadı artık. Eskiden, bizim zamanımızda (yani 20. yüzyılda) bir “ezenler” vardı (sağ ve sağcılar), bir de “ezilenler.” Bunlara da sol ve solcular denirdi. Devrim deyince de “ezilenlerin ezenleri alaşağı ederek politik iktidarı alması” anlaşılırdı.
Şimdi, 21. yüzyılda ise bunun yerini, küreselleşme sürecine karşı olan bütün ideolojik akımların (artık 20. yüzyılda kalan güzel günleri geri getirmeye çalışan eski dünyanın ulus-devletçi egemen güçlerinin ve küresel dinamiklere karşı onlarla ittifak kurarak eski ulusal zeminlerde çözüm arayışı içinde olan eskiden kalma sol güçlerin) şimdi sağ, bilgi toplumuna giden yolda küresel demokratik devrimden yana olanların ise şimdi sol olarak konumlandığı yeni bir devrim anlayışı alıyor. Bilgi üretmenin, üretilen yeni bilgilere dayanarak daha iyi kalitede malları daha hızlı ve ucuza mal edebilmenin devrimci bir faaliyet haline geldiği, modern sınıfsız bir dünya toplumuna doğru gidişi hedef alan yeni tip bir devrim anlayışı ve sürecidir bu.
68 Kuşağı olarak nereden bilecektik biz bunları?
Marx, Engels ve Lenin yaşasalardı da bugünleri görselerdi, işçi sınıfının yok olmaya başladığı 21. yüzyılı görselerdi, işçilerin yerine robotların üretim yapmaya başladıkları, küresel bir sistem haline gelen günümüzdeki kapitalizmi görebilselerdi, ne düşünürlerdi acaba? Devrimin motoru olarak gördükleri proletaryanın güneşin altındaki kar gibi eriyip kaybolmaya başladığını görselerdi ne düşünürlerdi? Büyük işletmelerde çok sayıda işçinin bir araya gelmesine bakıp, bu süreci “devrim için objektif şartların olgunlaştığı”nın kanıtı olarak değerlendiren “bilimsel sosyalizmin” kurucuları bütün bu gelişmeleri görselerdi ne düşünürlerdi?[2]
Küreselleşmeye karşı olan ulusalcı-millici burjuvalar ile işçiler artık aynı platformda ve aynı cephede. Bunlardan biri kendine “ulusalcı-milliyetçi sağ” derken, diğeri de “ulusalcı sol” diyor.Peki ya Marksizm veya Marksist sol — o ne yapıyor, nerede duruyor bu süreçte?
Küreselleşme sürecini “kapitalizm özünde değişmiyor ki” diye geçiştirmeye çalışanlar için bu soru anlamsız gelebilir. Çünkü bunlara göre, “kapitalizm yerinde durduğuna göre, işçi sınıfının dünya görüşü olarak Marksizm de yerini ve fonksiyonunu muhafaza etmektedir.”
Marksizmin, işçi sınıfının delikanlılık döneminin dünya görüşü olduğunu; o dönemin koşulları içinde, burjuvazinin vahşice saldırılarına karşı kendini bulma, koruma, kimliğini kabul ettirme mücadelesinin ürünü olduğunu söylemiştik. Ama bu dönem sona erdi. Şimdi artık işçi sınıfının gelişimini etkileyen başka süreçler var ortada. Bunlar küreselleşme ve bilgi toplumuna (modern sınıfsız topluma) geçiş süreçleri. Bu nedenle, dünyayı hâlâ eskiden olduğu gibi gören 20. yüzyıl kalıntısı Marksist sol da artık küreselleşmenin karşısında yer alıyor. Deniyor ki “küreselleşmeyle birlikte işçi sınıfı ulusal düzeyde kalmaya devam ederken, burjuvazi küresel zincirin bir parçası haline gelerek yatırımlarını artık ülke dışına yapıyor.” Ya da: “Eskiden, ulusal sınırlar içinde gelişen sınıf mücadelesi ortamında işçi sınıfının karşısında yeri yurdu ve duruşu belli bir muhatap vardı; ama artık bu giderek ortadan kalkıyor. Azıcık sıkıştırdın mıydı ya, ‘fazla üstüme gelirseniz, pılımı pırtımı toplar giderim’ diyebilen ve gerçekten de bunu yapma yeteneğine, potansiyeline sahip bir sınıf var artık. Ki bu da sınıf mücadelesi ortamında işçi sınıfının etki gücünü ortadan kaldırıyor. Bu nedenle, küreselleşme süreci karşı çıkılması gereken karşı-devrimci bir süreçtir…”
Ortada, güneşin altında kar gibi eriyerek yok olma sürecini yaşayan bir işçi sınıfı var, ama siz sübjektif idealist bir yaklaşımla onu hâlâ gelişen, geleceği temsil eden olarak değerlendiriyorsunuz ve izlediğiniz bütün siyaseti de bu değerlendirmenin üzerine, yani bu sınıfı iktidara getirme projesi üzerine oturtuyorsunuz. Olmaz, olmadığını hayat da gösteriyor zaten. Bunun için de klasik, eski sol siyaset (kendini Marksist olarak tanıtsa da) artık ulusalcı cephenin içinde, küreselleşmeye ve bilgi toplumuna geçişe ayak direyen milliyetçi bir akım olarak yerini alıyor.