Bir ‘sır ifşa etme’ mesleği olarak gazeteciliğe en çok, gazetecilerin salt kendi çabalarıyla ulaşamayacakları kadar ‘zor’ haberler alanında ihtiyaç duyulur. Bu alan, başta devletler olmak üzere güç odaklarının büyük sırlarının depolandığı müstahkem mevzilerden oluşur.
İstisnalar hariç bu alanlara ancak, oralarda çalışıp sızdırdıkları bilgileri gazetecilerin kulağına ‘fısıldayan’ whistle-blowers’lar sayesinde ulaşılabilir.
Son zamanlarda ‘oyunbozanlar’ da denilen whistle-blowers’lar gazeteciliğin dijital çağından önce de vardılar, fakat derledikleri bilgiler, kullandıkları alt yapıya bağlı olarak son derece sınırlı oluyordu.
Olta balıkçılığından ağ balıkçılığına
Whistle-blowers’ların dijital çağdan önceki bilgi toplama biçimleri ve yetenekleri ile dijital çağdaki bilgi toplama biçimleri ve yetenekleri arasındaki fark, olta balıkçılığı ile ağ balıkçılığı arasındaki farka benzetilebilir. Adı devasa boyutlardaki sızdırma habercilikle özdeşleşen WikiLeaks belgeleri ilk ortaya çıktığında yaptığım bu benzetmenin giderek daha fazla geçerli olduğunu düşünüyorum. 2011’de ‘WikiLeaks: Olta balıkçılığından ağ balıkçılığına’ başlığı altında şöyle yazmıştım:
“WikiLeaks’in yaptığı iş, özünde, gazeteciliğin ortaya çıktığı andan beri var olan ‘sızdırma gazetecilik’ten başka bir şey değil. (Konumuzun dışında kalıyor ama söylemeden geçemeyeceğim: Gazeteciliğin kamusal bir görev olarak addedildiği ülkelerde sızdırma gazetecilikten söz ederken bizdeki pejoratif imâlara hiç başvurulmaz.)
(…)
Fakat dikkat edilirse, sanki sızdırma gazetecilik WikiLeaks’le başlamış gibi bir algı var etrafta. Bunun nedeni, WikiLeaks’in yaptığı işi devasa boyutlarda yapması ve etkisinin benzerlerinden misliyle fazla olması… Dolayısıyla sızdırma gazetecilik yerine ‘WikiLeaks gazeteciliği’ tabirinin kullanılmaya başlaması çok da tuhaf değil.” (Taraf, 4 Şubat 2011).
Panama belgelerini sızdıran John Doe’nun manifestosu
Sızdırma haberciliğin ‘ağ balıkçılığı’ döneminin son devasa hamlesi olan Panama Belgeleri’ni basına sızdıran ‘John Doe’ takma adlı whistle-blower (ya da dijital oyunbozan), Alman gazetesi Süddeutsche Zeitung’a İngilizce bir manifesto yazdı. Le Monde’un da tam metnini yayımladığı bu ilginç manifesto, Fransızca’dan Haldun Bayrı tarafından Türkçeye çevrildi ve internet üzerinden yayın yapan Medyascope.tv’de yayımlandı.
Bu yazıda manifestonun çok önemli bulduğum birkaç bölümünü bilginize sunmak istiyorum. Böylece sızdırma gazeteciliğin dijital alt yapı kullanılarak icra edilecek biçiminin yol açacağı dönüşümleri ve bu çabanın günümüz güç dengelerinde karşı karşıya olduğu güçlüklere de kabaca bir göz atmış olacağız.
John Doe, ‘Devrim Dijital Olacak’ başlıklı manifestosunda öncelikle bu sızdırmayı neden yaptığını açıklıyor:
“Şurası açık olsun: Ne şimdi ne de geçmişte hiçbir hükûmet ya da istihbarat servisi için, doğrudan ya da danışman olarak çalışmadım. Bakış açım kişisel; aynen belgeleri Süddeutsche Zeitung ve Uluslararası Araştırmacı Gazeteciler Konsorsiyumu (ICIJ) ile paylaşma kararım gibi. Bunu siyasî bir maksatla yapmıyorum; sadece bu belgelerle gözümüzde canlanan adaletsizlik ummanının ayırdına varacak derecede kapsamını anladığım için yapıyorum.”
John Doe’nun yayımladığı Panama Belgeleri, malum, paralarını bulundukları ülkenin düzenlemelerinden kaçırmak isteyenlere sunulmuş imkânlardan yararlananları deşifre eden milyarlarca belgeden oluşuyor. John Doe, bu nedenle hükümetlere çağrıda bulunuyor ve “devletlerin milyarlarca vergi gelirini düpedüz çalan”lara karşı “elinden geldiğince” işbirliği yapabileceğini söyüyor.
Oyunbozanların dokunulmazlığı
John Doe’nun bir koşulu var ama: Önceki ‘oyunbozan’ların başına gelenlerin kendi başına gelmemesi. John Doe, önce kendisinden öncekilerin başına gelenleri hatırlatıyor, ardından da radikal önerisini sunuyor: Oyunbozanların dokunulmazlığı:
“Tartışılmaz yolsuzlukları günışığına çıkaran meşru oyunbozanlar, sistemin ister içinde ister dışında harekete geçsinler, hükûmetlerin misillemelerine karşı dokunulmazlığı hak ediyorlar; işte o kadar. Hükûmetler oyunbozanlar için adlî koruma getirmedikleri müddetçe, yetkililer belgelere erişim için kendi kaynaklarına ya da medya organlarının çalışmasına bağımlı olacaklar.”
Hükümetlerin oyunbozanlar için ‘adli koruma’ getirmeleri mümkün mü? Hükümetleri, basitçe zenginlerin çıkarlarını korumak üzere oluşturulmuş siyasi organizmalar olarak gören klasik solcu bakış açısından bu naif bir öneri olmaktan öteye gitmez. Fakat bu klişeyi bir kenara koyduğumuzda, hepimiz biliyoruz ki devletlerle zenginler arasında da ciddi çıkar farklılıkları olabilir; hele ki iş devletlerin vergi toplama hakkına gelince…
Kişisel olarak ben, John Doe’nun çağrısının bugün değilse de yarın karşılık bulabileceğine ve devletlerin, kendisini ‘aldatan’ zenginlere karşı dijital oyunbozanlarla işbirliğine gidebileceğine inanıyorum.
Asıl problem devletlerin kirli çamaşırlarında…
Bence buradaki soru, devletlerin kendi doğrudan çıkarları için dijital oyunbozanlarla işbirliği yapıp yapmayacağı değil. Soru şu: Devletler, aynı hoşgörüyü kendi kirli çamaşırlarını deşifre eden dijital oyunbozanlar için de gösterebilir mi?
Söylemeye gerek yok: Böyle bir ‘hoşgörü’ye devletler ancak zorlanabilir, yoksa devletlerin kendiliğinden böyle bir noktaya gelmesi mümkün değil.
O halde soruyu şöyle sormak daha doğru olacak: Kamuoyu baskısı, devletleri, kendi kirli çamaşırlarını deşifre eden dijital oyunbozanlara karşı hiçbir şey yapamaz hale getirebilir mi? Ya da: Kamuoyu baskısı, olgun demokrasilerde klasik gazeteciliğe sağlanan ‘kovuşturmama, kaynağını açıklamaya zorlanmama’ gibi ilkelerden dijital oyunbozanların da faydalandığı bir ortamın yaratılmasını mümkün kılabilir mi? (Günümüz örnekleriyle somutlarsak: Devletler, kendi kaynaklarından belge sızdıran, sırlarını deşifre eden dijital oyunbozanlara dünyayı dar ediyorlar ama onları yayımlayan gazetelere dokunamıyorlar. Çünkü birincisi için kullanabilecekleri yasalar var ama ikincisi için yok. Hayalimiz ve sorumuz şu: Kamuoyu baskısı, hem bilgi-belge sızdıranları hem de onları haberleştiren gazetecileri ‘dokunulmaz’ kılan bir ortamın yaratılmasını mümkün kılabilir mi?)
AİHM’nin kararı: ‘…Ve whistle-blower’ların korunması’
Nokta dergisinin 14 Nisan 2007’de askeri mahkeme kararıyla basılıp aranmasıyla ilgili olarak Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde (AİHM) açılan dava, bu yılın başında Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin mahkûmiyetiyle sonuçlandı.
Mahkemenin kararında, gazetecilerin ifade özgürlükleri, kaynaklarını gizleme hakları, suç teşkil eden ya da kamusal önemi olan gizli bilgileri ifşa etmeleri gibi geleneksel sayılabilecek başlıklarla ilgili olarak önceki kararlarında bildiğimiz özgürlükçü yorumlar yineleniyordu. Fakat AİHM, bunların dışında, devlet alanından bilgi sızdıran kamu görevlilerinin (whistle-blowers) korunması gibi yeni ve tartışmalı bir başlıkla ilgili olarak da önemli vurgular içeriyordu.
AİHM, Nokta dergisi kararının girişinde, mahkemenin “ifade özgürlüğünün üç farklı veçhesi” üzerinde odaklandığını belirtiyordu: Gazetecilerin haber kaynaklarının korunması, gizli bilgilerin ifşası ve devletten haber sızdıran kamu görevlilerinin (whistle-blowers) korunması… Mahkeme kararının ilerleyen bölümlerinde, gazetecilerin, kendilerine haber “fısıldayan” kamu görevlilerini koruma hakları ve bu konuda baskı görmemeleri gereği üzerinde ayrıntılı olarak duruluyordu.
Önümüzdeki yıllarda kamuoyunun bilme hakkı çerçevesinde çok önemli roller oynayacağı âşikâr olan haber “fısıldayıcıları” ile ilgili olarak AİHM’nin verdiği bu karar, hiç şüphesiz onları yüreklendirici bir rol oynayacak.
AİHM kararı tabii ondan da önce, Panama Belgeleri’ni yayımlayan John Doe’nun manifestosunda dile getirdiği hayalin, üstelik devlet sırlarını da kapsayacak biçimde hayata geçirilebileceğini de gösteriyor.
Aslında AİHM’nin Nokta kararındaki bu ayrıntı John Doe’yu da yakından ilgilendiriyor ama sanırım onun bundan haberi yok!