Bu serinin önceki yazılarında Hrant Dink cinayetinin Cemaat mensubu şüphelilerinin savcılığa verdiği ifadeleri gözden geçirmiştik.
Serinin bugünkü dördüncü ve son bölümünde aynısını, cinayetin Cemaat mensubu olmayan polis ve istihbaratçı şüphelileriyle ilgili olarak yapacağım. Ve en başta da söylediğim gibi bunu yine Savcı Yusuf Hakkı Doğan’ın ‘esas sorumluluk doğuran belge’ dediği, cinayetten bir yıl kadar önce Trabzon Emniyeti İstihbarat Müdürlüğü’ne teslim edilen F4 raporu üzerinden yapacağım.
Hatırlayacaksınız, Trabzon İstihbarat Müdürlüğü 15 Şubat’ta (2006) aldığı bu F4 raporundan derlediği istihbarat raporunu iki gün sonra, 17 Şubat 2006’da İstanbul Emniyet Müdürlüğü İstihbarat’ına göndermişti. Ne var ki, bu istihbarat raporu, F4 raporunun eksik bir versiyonundan ibaretti. Her şeyden önce, F4 raporunda Hrant Dink’in kesin olarak öldürüleceği bilgisinin yer almasına karşılık, İstanbul’a gönderilen raporda “Hrant Dink’e yönelik ses getirecek bir eylem”den söz ediliyordu.
O günlerde Trabzon İstihbarat Müdürü Engin Dinç, Trabzon Emniyet Müdürü de Cemaat mensubu Ramazan Akyürek’ti. İki rapor arasındaki bu farklılıkla ilgili olarak, savcı Yusuf Hakkı Doğan’ın Ramazan Akyürek’i ve yine bir başka Cemaat mensubu istihbaratçı olan Ali Fuat Yılmazer’i nasıl sıkıştırdığını önceki yazılarda anlatmıştık. Her iki istihbaratçıya verilen müebbet hapis cezaları esasen bu rapora dair açıklamalarının inandırıcı bulunmamasına dayandırılıyordu.
Peki, F4 raporu ile ondan yararlanarak hazırlanıp İstanbul’a gönderilen istihbarat raporu arasındaki farkların birinci dereceden sorumlusu olan Trabzon Emniyet Müdürü Engin Dinç bu çerçevede nasıl bir savunma yapmıştı? Ramazan Akyürek’ten farklı olarak ne demişti? Demiş miydi?
İfadesi çok zor alınabildi
Her şeyden önce Engin Dinç’in ifadesinin alınmasının Akyürek ve Yılmazer kadar kolay olmadığını hatırlamalıyız. Öbür devlet görevlilerinin ifadelerinin alındığı 2014’ün kış aylarında medyada bol miktarda “Engin Dinç ifade verecek mi?” haberlerine rastlanıyordu. Çünkü, o tarihte artık EGM istihbaratının bir numaralı koltuğunda oturmakta olan Dinç, savcı Yusuf Hakkı Doğan’ın yerine gelen Gökalp Kökçü’nün kendisini iki kez ifadeye çağırmasına rağmen gitmemişti.
Dinç’in ifadesinin alınması ancak 2015’in Eylül ayında gerçekleştirilebildi. (Bu serinin ikinci yazısında savcı Doğan’ın, bazı ifadeleri alamadan Yargıtay üyeliğine seçildiğini ve soruşturmadan çekildiğini söylemiştim. Şimdi ilave edeyim: Bir arkadaşımın uyarısı üzerine fark ettim; savcı Yusuf Hakkı Doğan, Ömer Faruk Gergerlioğlu’nun Yargıtay’daki davasına 16 sayfalık şerh yazan Yargıtay üyesi imiş.)
Engin Dinç’in ifadesi ilginçti. Cinayetle ilgili olarak İstanbul’u hem yazılı hem sözlü olarak bilgilendirdiğini söylüyordu. Ne var ki ifadesinde Ramazan Akyürek’e sorulan en temel sorunun ona da sorulup sorulmadığını ve bu soruya ne cevap verdiğini anlamak mümkün olmamıştı. Fakat bu konuda ne dediğini daha önce TBMM’de kurulan Hrant Dink cinayeti komisyonuna verdiği ifadeden biliyorduk:
“Cinayet kapsamında TBMM İnsan Hakları İnceleme Komisyonu tarafından da dinlenen Engin Dinç, komisyona verdiği ifadede, ‘Biz görevimizi yaptık. Aynı gün İstanbul İstihbarat Müdürü’nü de arayarak konuyu aktardım. Ses getirici eylem denildiğinde bunun ne olduğu bellidir’ demişti.” (Agos, 24 Ocak 2015).
Hatırlayın, Ramazan Akyürek’in savunması da böyleydi: “Ses getirici eylem deyince öldürme eylemi anlaşılır.”
Bu cevabın Savcı Yusuf Hakkı Doğan’ı ikna etmediğini biliyoruz, aynı şekilde, cinayetten bir yıl önce kendisine rapor gönderilen İstanbul İstihbarat Müdürü Ahmet İlhan Güler de “ikisi farklı şeylerdir” diyordu.
Savcı Yusuf Hakkı Doğan, İstanbul İstihbarat Müdürü Ahmet İlhan Güler’e öncelikle en çok merak ettiği bu soruyu sordu. İstihbaratçı jargonunda “öldürmeyi eylemi” ile “ses getirecek eylem” arasında bir fark var mıydı? Yine: F4 raporunun orijinaliyle, Trabzon İstihbarat Müdürü Engin Dinç’in kendilerine ilettiği bilgilerin arasındaki öteki farkları nasıl değerlendiriyordu?
Ahmet İlhan Güler bu soruya şu cevabı verdi:
“(…) Ses getirecek eylem ile ne pahasına olursa olsun öldürüleceği bilgisi arasında çok büyük fark var. (…) İstihbarat Daire Başkanlığına gönderilen yazıda öldürme eyleminin nasıl yapılacağı, yine eyleme giderken baz istasyonundan kurtulmak için telefon götürmeyecekleri, silahı köyden temin edecekleri yönündeki bilgiler bize bildirilmemişti, yani bize eksik bilgi verilmiştir ve bize bildirimde tespit edilenler arasında büyük nitelik farkı vardır.”
Ramazan Akyürek de Engin Dinç de İstanbul’a gönderdikleri raporda “öldürme eylemi”ni neden “ses getirici eylem”e dönüştürdüklerini izah edemiyorlar. Fakat anlaşılan, cevaplar aynı olsa da birinin izahı makbul bulunurken öbürününki bulunmuyor.
İstanbul polisi Hrant’a neden koruma vermedi?
Ahmet İlhan Güler’in ifadeleri bizi cinayet öncesindeki İstanbul Emniyeti’nin sorumluluğuna götürüyor. O ekip de Cemaatçi değildi. (Zaten cinayetteki ‘FETÖ parmağı’na işaret edilirken, Cemaat’in planının ‘Hrant Dink’in öldürülmesine yol vermek, ardından İstanbul ve Ankara’yı suçlayarak istihbaratı ele geçirmek” olduğu öne sürülüyor.)
Cinayet öncesinde ve cinayet günü İstanbul İstihbarat Müdürü olan Ahmet İlhan Güler’le İstanbul Emniyet Müdürü olan Celalettin Cerrah, şayet Trabzon (Ramazan Akyürek) ve Ankara (Ali Fuat Yılmazer) kendilerine öldürme planını da içeren “nitelikli bilgi” verselerdi Hrant Dink’e mutlaka koruma sağlayacaklarını söylüyorlar savunmalarında. Akyürek, Yılmazer ve Dinç ise İstanbul’a gönderilen bilgilerin “koruma kararı” için yeterli olacağı görüşünde. Ne var ki -onlara göre- İstanbul her nedense bu kararı almamıştır.
Bu savunma da ikna edici görünmüyor. Raporda “ses getirici eylem” yazıyor olsa ve bu mesela bir yerde kıstırıp darp etme olarak anlaşılsa bile koruma verilmesi gerekmez miydi? Muhtemelen bu savunmanın ikna ediciliğinin zayıflığı nedeniyle Celalettin Cerrah savunmasında bir de zaten Dink’in de kendilerinden korunma istemediğini, bunun için talep gelmesi gerektiğini söylemişti. Ne var ki duruşmalardan birinde mahkeme heyetine sunulan bir belge bu savunma çizgisini çökertecekti: Orhan Pamuk hiçbir talepte bulunmamasına rağmen, İstihbaratın elde ettiği bazı bilgilere dayanarak kendisine koruma tahsis edilmişti.
“İnsanı yaşat ki devlet yaşasın”
Görüyorsunuz, masum değil hiçbir taraf, karşımızda kolektif bir kırmızı pazartesi cinayeti var.
Herkesin gözü önünde işlenmiş, işlendikten sonra da hep birlikte susulmuş bir cinayet.
Bir daha hatırlatarak bitireyim: Cinayetin kimler tarafından işleneceğini (ve işlendiğini) gösteren, cinayetten bir yıl önce hazırlanmış ve cinayetten birkaç gün sonra ortaya çıkan “asıl sorumluluk doğuran belge” cinayet günü yapılan devlet toplantısında, bunun bilgisine sahip olan ekip tarafından gizlenmişti. Fakat birkaç gün sonra gerçek ortaya çıkmasına rağmen, yani taraflardan biri öbür tarafın cinayete en azından göz yumduğunu böylece öğrendikten sonra bu bilgiyi yedi yıl boyunca, 2014’e kadar kendine saklamıştı. Çünkü o tarihe kadar hep birlikte ‘devlet’tiler. Devletin birliği, bütünlüğü söz konusuyken bir insanın kanının yerde kalmasının ne önemi olabilir?
Ne zaman ki bu kutsal ittifak bozuldu, Hrant Dink davasının defteri de yeniden açıldı. Açıldı ama işte böyle açıldı.