Yazımın ilk bölümünde derin devletinin parmak izlerinin bulunduğu 15 Temmuz kalkışması nedeniyle ABD ile yaşanan derin güven bunalımına ve ikili ilişkilere ve savunma işbirliğine olası olumsuz etkilerine dikkat çekmiştim. Bu bağlamda, Amerikan yönetiminin, derin devletinin bu kalkışmaya bulaşmasıyla yüzleşmeye yanaşmayan ve Türkiye’nin güvenliğini öncelemeyen bölge politikasını fütursuzca sürdürdüğü sürece ilişkilerin bir daha eskisi gibi olamayacağının altını çizmiştim.
Yazımda ayrıca 15 Temmuzdan bu yana geçen süre içinde AB’nin bazı başkentlerinin de Washington’la benzeri bir tutum içinde olduğunun görüldüğüne işaret etmiştim. Bu bağlamda, sadece medyaları değil, siyasetçileri ile de, saldırıda bulunan, demokrasiye kasteden, kısacası suçlu olan darbeciler değil de Türkiye’ymiş gibi açıklamalar yapan, gerçekleri ters yüz eden bazı Batı Avrupa ülkeleri olduğunu vurgulamıştım. Bundan da 15 Temmuzda belki Amerikan derin devleti kadar kilit rol oynamamış ama aynı amacı paylaşmış bir Batı Avrupa bloğunun da bulunduğu izlenimi edinildiğine dikkat çekmiştim.
AB süreci ve Batı Avrupa ülkeleriyle ilişkilerin geleceği
Bush yönetimi 2003’te nükleer silah geliştirdiğine ilişkin sahte delillerle Irak’a savaş açarken Fransa ve Almanya’yı tüm çabalarına karşın yanına alamamıştı. AB’nin motoru olan bu iki ülke Rusya ve Çin ile birlikte Barış Cephesi içinde yer almıştı. Anımsanacağı gibi, dönemin Amerikan yönetimi, özellikle Irak’ı işgal operasyonuna şiddetle karşı çıkan Fransa’ya açıkça cephe almış ve Paris’i AB’yi ABD’ye karşı bir güç olarak örgütlemek istemekle suçlamıştı. Paralel olarak Amerikan toplumunda Fransa karşıtlığı (Francophobie) örgütlenmiş, Fransız malları halk tarafından boykot edilmişti. Vincent Nouzille, 1981 ile 2010 arasında ABD ve Fransa Devlet Başkanları arasındaki gizli belgeleri topladığı “Dans le Secret des Présidents: CİA, Maison Blanche, Elysée” başlıklı kitabında ABD’nin Jacques Chirac’a “bu ihanetinden ötürü” ödettiği faturanın 5,5 milyar dolar olduğunu öne sürüyor.
2003 yılından söz etmemin nedeni, Cumhuriyetçiler ’in sert gücünün kullanıldığı o dönemin Irak’ın işgaliyle başlayan bölgeyi şekillendirme operasyonunun bugün Demokratlar’ın yumuşak gücüyle devamına ve bunun başarısı için planlandığı anlaşılan 15 Temmuza Fransa ve Almanya’dan güçlü bir itiraz gelmediğini vurgulamak. Bundan ABD’yi asıl yöneten gücün siyasetçiler değil derin devleti olduğu sonucu çıkarılabilir mi ayrı bir tartışma konusu elbette. Konumuz açısından altı çizilmesi gereken ise, Fransız aşırı Sağ’ında o yıllarda başlayan İslam düşmanlığıyla Türkiye’nin AB’ye üyelik süreci arasında kurulan ve Sarkozy’nin önlenemez yükselişiyle merkez Sağ’da da giderek daha yaygın olarak benimsenen bağ. Kopenhag siyasi ölçütleriyle bağdaşmayan bu bağın, Fransız medyasının da çılgınca paylaştığı yalan haberlerle Erdoğan üzerinden Türkiye karşıtlığının değirmenine su taşıdığını kabul etmek gerekir.
Bizler Soğuk Savaş döneminde bırakın sosyal demokrat olmanın, ABD’yi veya Amerikan ya da NATO yanlısı hükümetleri, belirli politikaları nedeniyle de olsa, eleştirmenin komünist olmak için yeterli bir kanıt oluşturduğu, “ düşman eşittir komünist” sayıldığı dönemleri yaşadık. Bugün hayretle görüyoruz ki Batı medyası bu ilkelliğe “İslamcı” yaftasıyla geri dönmüş, sevmediği siyasetçilere ve dahası onları destekleyenlere de bu sıfatı uygun görüyor. Bu benzerliğe Fransız derin devletinin sesi Le Figaro’da strateji uzmanı Renaud Girard’ın geçen hafta yayımlanan “Erdoğan Avrupa için özellikli bir tehdittir” başlıklı yazısında da rastlanıyor. (http://www.lefigaro.fr/vox/monde/2016/08/12/31002-20160812ARTFIG00359-renaud-girard-erdogan-est-une-menace-specifique-pour-l-europe.php). Avrupa için nasıl bir tehdit oluşturduğu sorusuna karşılık Girard, Erdoğan’ın Stalin’in “tek bir ülkede sosyalizm” (SSCB) politikasının bir benzerinin “tek bir ülkede İslamizmin” peşinde koştuğunu söylüyor. Sanki tüm dünyada proleter devrimlere benzer şekilde İslam devrimleri yapılmasını öngören bir teori var, Erdoğan da bunu bir yana bırakıp Stalin’in 30’larda yaptığı gibi, İslamizmin Türkiye’de güçlenmesi için çalışıyor. Saçmalamak bu kadar serbestse, ben de Fransa’nın eski sömürgelerini yeniden ele geçirmeye yönelik yayılmacı bir politika izlediğini yazarım; belki bu çok da yanlış bir iddia olmayabilir.
Kopenhag siyasi ölçütlerinin karşılanması sürecini Helsinki Zirvesi’nden bu yana yakından izlemiş olduğumdan, İslamcı yakıştırması kadar rahatsız edici bulduğum bir başka husus, AB tarafının son dönemde dile getirdiği Türkiye’nin demokrasiden giderek uzaklaştığı yalanı. Yalan çünkü Türkiye demokrasi ve temel hak ve özgürlükler alanlarında, değil 1999’a, siyasi ölçütleri yeterli ölçüde karşıladığı ve 2005’de müzakerelere başlanması kararının alındığı Brüksel Zirvesi’ne (2004) oranla çok daha ileri durumda bulunuyor. Son yıllarda FETÖ ile mücadele çerçevesinde reform sürecinin tıkanmasına, bir iki geri adım atılmak zorunda kalınmasına ve yeni bir anayasa yapılamamasına karşın. 15 Temmuza gelirken en sorunlu konu askerin sivil denetimiydi ki bunun da kalkışmayı tetikleyen unsurlardan biri olduğu hemen ardından alınan önlemlerden de anlaşılıyor. Konuyu dağıtmamak için bu konudaki ayrıntılara girmiyorum.
Ayrıca kabul etmek gerekir ki Türkiye 1999 ve 2004 yıllarına oranla Maastricht ölçütlerini karşılama aşamasına gelmiş, dolayısıyla üyeliğe objektif olarak daha da yaklaşmış durumda. Buna karşılık bugün AB üyelerinin birçoğu hâlâ ekonomik krizi aşabilmiş ve ölçütlerini karşılayabilmiş değil. Ama aşırı Sağ’ın kıskacındaki Avusturya’nın Başbakanı Christian Kern, siyasi ölçütlere aykırı bir darbeyi başarısız kılan Türkiye ile müzakerelerin durdurulması çağrısında bulunabiliyor. Asıl kendi temel ilkelerini ayaklar altına almaktan çekinmeyen ve Kern gibi düşmanca açıklamalar yapabilen üyeleri olan bir birliğe Türkiye girmek ister mi, bu konuda yapılacak referandumdan “evet” oyu çıkar mı?
Dışişleri Bakanı Mevlut Çavuşoğlu’nun önceki gün Alman Bild’e verdiği demeçte AB ile imzalanmış geri kabul/vizesiz seyahat anlaşmasıyla ilgili olarak dile getirdiği şu sözler halkın Avrupa’ya bakışını da özetliyor. “Biz hangi suçu işledik, bu Türkiye düşmanlığı niçin var? Sığınmacılarla ilgili anlaşmaya bakınız. Tüm Türk vatandaşlarına Ekim ayında vize muafiyeti getirileceği açıkça belirtilen anlaşmalarımız mevcut. Bu sözler, AB Komiseri CDU etiketli Günther Oettinger’in 15 Temmuzun ardından Türk vatandaşlarına bu yıl vizesiz seyahat hakkı tanınmayacağına ilişkin açıklamasına karşılık dile getiriliyor. Çavuşoğlu, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın da her vesileyle yinelediği gibi, “AB ile görüşmeler sürüyor, açık olan bir şey var; ya tüm anlaşmalar aynı anda yürürlüğe konur ya da hepsini rafa kaldırırız” diye ekliyor.
Kabul etmek gerekir ki AB’nin ve özellikle bazı üyelerinin Türkiye’ye bakış açıları, kurucu babaların eski Kıta’nın barış ve istikrarı için geliştirdiği “farklılıklar içinde birlik” düsturuyla taban tabana zıt. AB kendi sınırlarını dilediği kadar küçük tutabilir ama Türkiye’yi dışarıda bırakmak için gelişen ve bazı siyasetçilerince paylaşıldığı görülen “İslamafobi ve Turkofobi” sonuçta Avrupa’da İkinci Savaş ve öncesinin siyasi koşullarının hortlaması riskini taşıyor. O bakımdan Erdoğan’ı Hitler ve Stalin gibi liderlere benzeten Renaud Girard gibilerin nasıl bir Avrupa’nın değirmenine su taşıdıklarını düşünmelerinde yarar var. O Avrupa’da, isimlerini zikrettikleri acımasız diktatörlerin yüzlerini her gün aynaya baktıklarında görebilirler çünkü.
Türkiye’nin kurucu babalarının felsefesinden ve temel ilkelerinden uzaklaşan bir AB’ye katılmaması “kayıp” değil elbette. Böyle bir AB’ye ve siyasetçileri Türkiye karşıtı politikalar izleyen ülkelere halkın güvensizlik duyması da son derece doğal. Bu politikanın mimarlarının arzusu da bu mudur bilmem ama Türkiye’nin, tarihi, kültürü ve milyonlarca çifte vatandaşı ile bir parçası olduğu Avrupa’nın çatışmalarla dolu geçmişine savrulmaması için her şeye karşın çaba harcaması da gerekiyor. Bu da hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı önümüzdeki dönemde tartışacağımız konulardan birini oluşturuyor kuşkusuz.