Sevgili Ergun Çağatay, Ülkemiz fotoğrafisinin esaslı adı.
Ne vardı hemencecik çekip de gidecek? 81 yıl bu dünyanın kahrını, insan olmanın sorumluluğunu çektiniz. Fotografiler çektiniz, o ayrı,bu çekmek makinasız çıkılan seyahat demek…
Marmara üniversitesine açık kalp ameliyatı olmaya gidip geri dönmüyorsunuz. Ellinci sanat yılınız dört yıl önce kutlandı, keşke yirmi yıl daha olaydı,on, beş, iki yıla da razıyız, çekerek öğreteydiniz.Gün günden kıymetli, biraz daha ömür süreydiniz keşke.
Daha dün, dün dediğim 11 Şubatta kişisel sayfanızda yazmışsınız, ‘hayat devam etsin etmesin, bu buraya yazdığım son yazı olacak’ diye.
İnancınız o ki, ‘yukardaki büyük hakem uzatmaların sonuna yaklaştığınızı işaret ediyor.Maç sürerse son düdük çalmadan önce bir gol daha atmak isterim.Gereken taktik hazır, geride zaman problemi kalıyor.’ Bunu izleyen satır iç sızlatıyor, ‘para meselesini çözdüm.’ İki fotografi paylaşmışsınız, Giden yılın Aralık ayında Berlin’de üç Alman müze yönetici ve küratörleri (Ruhr/Hamburg/Berlin) sizin 89 ve 90 yılında yaptığınız 2.Kuşak çalışma arşivinizi sat ın alma kararı öncesi, resimlere bakıyorlar.Bu, sözünü ettiğiniz 2.Kuşak önemli proje, Almanya’dan başlayıp bütün Avrupa’yı kapsayacak bir kitap tasarımı.Dört ay Almanya’da kalıyorsunuz, bir sanat üstlenicisi bulunamayınca, çalışmanın peşini bırakıyorsunuz.Gamma’yla başladığınız, ama, yarım kalan bu çalışma sırasında, Almanya’ya göç eden vatandaşlarımızla ilgili bir kesit, önemli bir kesit yakaladığınızı düşünmüşsünüz.Öyle olmasa neden üç müze birden fotoğraflarınızla bunca yakından ilgilendi, öyle değil mi?
Ve bir soruyla başbaşa bırakıyorsunuz bizi, üstünden iki ay geçen olayı sayfanıza niye taşıdığınızı?
Sezmiş gibi,’ bu belki de son yazım , deyip . bu sayfayı kapatacağınızı ekliyorsunuz.(Öyle ya da böyle, sayfanızı kapatacağınız anlaşılıyor, usandınız belki, belki daha önemli işler var ufukta, fotografiyle ilgili…)
Mayıs’ta Berlin Şehir Müzesi Markisches Museum’da fotoğrafların sergisine hazırlanıyordunuz.‘Türkiye’de her konuda olduğu gibi, fotoğraf konusunda da köşe başlarını tutmuş bir düzine Abdurrahman Çelebi var, vizyonu dar, kültürü kıt, koca bir süper ego sahibi bu kişilerle bir atlama yapmanın zorluk şöyle dursun, handiyse olanaksızlığına değinmek istediğinizi vurgulamışsınız, bu son yorumunuz öyle esaslı ki ve yalnız fotoğraf sanatı değil, bütün sanat dallarını kapsıyor, esaslı sanatçıları budayıp indiriyor bu tufeyliler…Cürmü kadar yer yakan taifesi değil, sanat denen ormanı tutuşturup kül ediyor bunlar.
50.sanat yılınızla ilgili açtığınız ve temasını dijital öncesi fotoğraflar olarak tanımladığınız bir sergi açmışsınız, buradaki yapıtlarınızla ilgili yorumunuz da bilinesi…
“Bence fotoğrafın ölüm fermanı verileli neredeyse on yılı aştı.Bugün fotoğraf kimliğinden soyutlanıp bir medya malzemesi oldu. Bugün fotoğraf kimliğinden soyutlanıp bir medya malzemesi oldu.Bugün fotoğraf bir ressamın boya fırçası, bir yazarın kalemi kağıdı durumunda…
Dijital ortam ve elektronik alanında her geçen gün kaydedilen başdöndürücü gelişmeler fotoğrafı basite indirdi ve üzerinde oynayarak sahteleştirmeyi kolaylaştırdı. Daha önemlisi, fotoğraf belge olma niteliğini kaybetti, herkesin üretebileceği alelade bir mal oldu.Elektronik gelişmenin yavaş yavaş yokettiği basım sayfalarından çıkıp, kişinin bilgisayar ortamında yarattığı kendi dünyasının fantezi malzemesine dönüştü.Dijital fotoğrafçılık doğru ışık ve açı için beklenen uzun saatleri, karanlık odalardaki mesaiden fotoğrafçıyı kurtardı ama, fotoğraf sanatçısının esere olan katkısını, emeğini de en aza indirdi.Şimdi sayıları çok az da olsa, yeni teknolojiyi kullanarak, hala ‘klasik’ anlamda fotoğraf çekmeye çalışanlar var,ama, onların çektiğinin bile geleceğe kalıp kalmayacağı konusunda ciddi kuşkularım var. Ayrıca kalabilenlerin çok çok az sayıda olacağına inanıyorum:Çünkü, bugünün dijital teknolojisiyle çekilen her karenin, gelecek kuşaklara kadar uzanması için, sürekli gelişen teknolojiyle sürekli uyumlu biçimde yeniden kopyalanması gerekiyor.Analog ses ve görüntü kasetlerini bugün izleyecek cihaz kalmadı.
Bunları CD yahut başka elektronik ortama aktaramayanların, bu eski kayıtları izlemesi mümkün değil.Hatta zaman içinde CD izleyecek cihaz da kalmayacak.Kısacası, teknolojik yenilemesi yapılmayan fotoğraf ve kayıtlar, elektronik çöplüğünde kaçınılmaz sonuçla yok olacak.Bunun milyar milyarlarca olacağına inanıyorum.İnsanlığın görsel belleği saklanamayacak.Gelecek kuşaklara aktarılamayacak.”
Tamamına katılıyorum…Bir gün, Ayvalık’ta büyük bir taş konağı gezerken, bir köşede hasır sepet içinde siyah beyaz yüzlerce fotografiyi farketmiştim.Yağmurdan, nemden siyahı beyazı birbirine girmiş, suretler silinmiş, kenarı tırtıklı kesilmiş en az 150 yıl geriden ses veren aile fotografileriydi…Bizi gezdiren de mal sahibi bir hukukçu.Benim farkettiğimi, bir hasır sepet içindeki çığlığı kulak vermeyince duyulmaz insanların, kişisel tarihinin de nem alıp çürüyüp silin mekte olduğunu, ben gösterince farketti. Onun da gözleri nemlendi.Bir avuç fotografiyi ceplerine tıktı, çıktık…Kalanlar kaldı…
Belki o ceptekiler silinip gidecek olanlardan şanslı, söyledikleriniz bunu düşündürüyor…Neçe yaşayabileceklerse artık…15 Ocak 937’de İzmir’de doğmuşsunuz…Siz toprağa verilirken ben İzmir’e uçuyor olacağım, uğurlayabileyim isterdim…
958’DE Robert Koleji bitirip, Istanbul Hukuk’a girmiş, ancak vazgeçip, gazeteciliğe , 974’de Askerlikten sonra bir reklam ajansında metin yazarısınız. Sonrasında bir gazetenin ‘yetiştirilmek üzere gazeteci aranıyor’ duyurusuyla gazeteci…
Eşinizin armağanı Nikon fotoğraf makinası kaderinizi çiziyor.Yıl 1968’dir. Paris’te GAMMA fotoğraf ajansına girip, foto muhabirliğine koyuluyorsunuz. 1980’de New York’da Time/Life grubundasınız, bu dergide ilgi toplayan birçok önemli haberde imzanız var.
1982’de Life dergisi için karaciğer nakli röportajınız kapaktan giriyor, hem o sayı büyük ilgi görüyor hem dergi ve kitaplarında pekçok kere basılıyor. 1983’de Paris/Orly Havaalanında Ermeni terör örgütü Asala’nın THY kontuarındaki, 9 kişinin canını alan bombalı saldırısında ağır yaralandınız, % 35’iniz yandı, yıllarca yanık tedavisi gördünüz. İyileştiniz, ancak ellerinizdeki yanık izleri terör mührü olarak hep kaldı.Bu saldırı hayatınızın dönüm noktası.Sonrasında tarih alanında yoğunlaştırıyorsunuz araştırmalarınızı.
Yurtdışı başarılarınız sonrası ülkeye dönüp, Topkapı Sarayı Kütüphanesinin nadir el yazmaları üstüne çalışmaya koyuluyorsunuz. Bu çalışma Japonya’dan Brezilya’ya, dünyanın birçok ülkesinde yayınlanıp büyük beğeni topluyor.
Avrupa’ya göçen Türk, Cezayir ve Pakistanlıların orada büyüyen ikinci kuşak çocuklarını araştırıyor, Paris Nathan Yayınevi için, Türkiye kitabı hazırlıyorsunuz. En kapsamlı projeniz, ‘Turkish Speaking People-Türkçe konuşanlar, en çok ses getiren çalışmanız.1992’de başladığınız ve Başbakanlık Tanıtma Fonu da içinde , çeşitli kurumların desteğiyle yürüttüğünüz bu çalışma, 2005’de tamamlanıyor.
Bu kapsamlı proje, kitap, sergi ve belgesel film çalışmalarını da hedeflediğiniz bir proje.Bu projeyle bizi birbirinden çarpıcı özgün fotoğraflar eşliğinde dil üstüne kimlik üstüne, göçebelik etkileşimi, Türk_Çin ilişkileri, Türkler’le Orta Asya İran-Arap, Slav, Avrupa etkileşimi üstüne , sözlü edebiyattan mimariye, yeme içme kültüründen çeşitli sanat dallarına , insan davranışlarına doğru benzersiz ve görkemli bir yolculuğa çıkardığınız unutulur mu?
Yaşadığınızın hakkını ödediniz, biz size olan gönül borcumuzu ödeyebildik mi, burası tartışılır. Kitabı on dört yılda tamamlayabildiniz, on bin kilometre yol katettiniz, 35 bin kare fotoğraf çektiniz, Türk, Alman, Amerikalı, Fransız, İsveç, Kazak, Norveç, Özbek, Rus, Ukraynalı uzmanların bilimsel makaleleriyle yeraldığı beş yüz sayfalık büyük boyutlu bu kitapta, Oslo Üniversitesi’nden Prf.B.Brendemoen sunumu, sizin önsözünüz ve Doğan Kuban’ın giriş yazısı sonrası tam 400 resim ve 34 makale yeralıyor, sözkonusu kitapta. İngilizce basılıyor, Alman Prestel yayınevince ve Hollanda Kraliyet Vakfı desteğiyle…Türkçesi on yıl önce Istanbulda basılıyor. Bu kitabın çalışmaları sürerken siz Bir Zamanlar Orta Asya kitabını çıkarıyorsunuz ve onun yanısıra hazırlanan sergiyi Istanbul, Eskişehir, Taşkent (Özbekistan), Almata (Kazakistan), Austin (ABD Texas), Kashiwazaki (Japonya) ve Uppsala (İsveç)’de ardarda açıyorsunuz.
Bu proje çerçevesinde 986 yılındaki Çernobil nükleer kazasındaki en büyük çevre felaketi, hatalı sulama sonucu Aral gölünün kuruyup çölleştiğini anlatan belgesel filminizi Akademi Prod üksiyon şirketiyle ortak çalışarak tamamlıyorsunuz.Filmden kısalttığınız yarım saatlik film, 37.Antalya Altın Portakalın kısa belgesel ödülünü, 2000 yılında, yüze yakın film arasından sıyrılıp kazanıyor, maddi ödül bölgenin yardımına bağışlanıyor.Türkçe, Rusça ve İngilizce kitapçığıyla birlikte VCD olarak yayınlanıyor.
En son, Paris’te 2009 Eylül ve 2010 Ocak_Şubat’ında Türkçe konuşanlar kitabınız için çekilmiş fotoğraflardan oluşan iki sergi açıyorsunuz Paris ve sonra sırasıyla La Rochelle, Clermont-Ferrand, Bordeaux (le conseil general de Gironde), Lyon kentlerini dolaşarak…
Nasıl büyük soluklu işler…Nasıl dünyayı ve insanı kucaklayan düşünceler, hayaller…Bir akıl, bir kalp, iki el, bir çift kanatla ortaya konulan neler, neler…Kaçımız gönülden/akıldan/fotoğraftan yana size olan borcunun farkında?
Defteri kapandı, derler ya hani, son soluktan sonra, kapandı, bitti, artık tamam…
Sizden için bu söz belki, eli deklanşörden çekildi, artık çekmeyecek, bunca çektiği fotoğrafa ortaya koyduğu nice benzersiz işe sayın, bilen bilmeyene anlatsın, esaslı değerlerinizin farkına varın, kendi defteriniz kapanmadan, diye söylenebilir.
Nur içinde yatınız.