Ana SayfaYazarlarDuygu Asena: Kadının adını koyan kadın (1)

Duygu Asena: Kadının adını koyan kadın (1)

 

Duygu Asena’nın mesai arkadaşı, dostu Şadan Maraş Öymen, doğumunun 60. yılında onu anmak amacıyla bazı arkadaşlarının da yardımıyla 19 Nisan’da başlayıp yıl sonuna kadar sürecek bir dizi etkinlik düzenledi.

 

Bu etkinliklerden biri de, Asena’ya adanmış bir kitaptı. Orada Kadınlar Var Mı? başlıklı kitap, doğum gününden hemen önce Doğan Kitap’tan çıktı. Kitap, Şadan Maraş Öymen’in Duygu Asena’yı anlattığı giriş yazısı, Asena’nın çeşitli konulardaki yazılarından seçmeler ve benim final yazısı olarak kaleme aldığım uzun Duygu Asena portresinden oluşuyor.

 

Duygu Asena portresini Serbestiyet okurlarının özellikle okumasını arzuluyorum, o nedenle burada da yayımlamaya karar verdim.

 

Portre, bazı kısaltmalara rağmen, üç uzun Serbestiyet yazısına tekabül ediyor. Bugün başlıyorum; 16 ve 18 Mayıs tarihli Serbestiyet’lerde de son iki bölümü yayımlayacağım.  

 

Birinci bölüm: Bir ilkokul öğretmeni sabrıyla…

 

Levent’teki Gelişim Yayınları’nın üç koçbaşı dergisi Nokta, Kadınca ve Erkekçe, grubun patronu Ercan Arıklı’nın odasının bulunduğu en üst katın bir altında yer alıyorlardı. Ercan Bey, çok özel bir durum yoksa her sabah saat 10:00 civarında yukarıdan bina içi merdivenleriyle alt kata iner, merdiven bitimindeki kapıyı açıp Nokta’nın salonuna girerdi.

 

Nokta’dan Kadınca ve Erkekçe’nin bulunduğu bölüme geçmek için, o kapıdan itibaren 10-15 adım boyunca Nokta salonunda ilerlemek, sonra da soldaki kapıyı açmak gerekirdi. Ercan Bey, genellikle Nokta’da biraz oyalandıktan sonra o kapıyı açıp Kadınca’ya ve Erkekçe’ye geçerdi.

 

Yine o sabahlardan biriydi, çok iyi hatırlıyorum bir pazartesi sabahıydı… Pazartesiydi, çünkü Ercan Arıklı yine 10:00 civarında Nokta salonuna girdiğinde herkes masasına gömülmüş, bizzat onun yöneteceği haber toplantısına önerecek haber bulabilmek için gazetelerin arasında kaybolmuştu. Her pazartesi sabahı olduğu gibi epeyce de gergindik: Çünkü biraz sonra her haber önerisini “peki başka” tepkisiyle karşılayıp doymak bilmez bir iştahla yeni öneri talep edecek olan Ercan Bey’in karşısında terleyecektik.

 

O gün işte, yine o kapıdan girdi ve girmesiyle de hepimizi haşlamaya başlaması bir oldu. Konu, Duygu Asena’nın bir ayda onlarca baskıya ulaşan kitabıydı: Kadının Adı Yok.

 

Biz ne biçim gazetecilerdik ki, yaratıcısı bitişiğimizde oturmakta olan böyle bir kitabı haberleştirmeyi akıl edemiyorduk… Türkiye’de daha önce bu kadar kısa zamanda bu kadar çok baskı yapan çok mu kitap görmüştük de bu olağanüstü olayı sıradan bir durum gibi algılıyorduk? Haftalardır sabretmiş, aramızdan birinin kitabı haber toplantısında önermesini beklemişti, fakat heyhat, hiçbirimiz bu basireti gösterememiştik… Hadi, bari şimdi elimizi çabuk tutalımdı, başkaları el atmadan biz Duygu Asena’yı kapak yapalımdı da, daha fazla rezil olmayalımdı…

 

Gerçekten, neden akıl edememiştik bunu? Edememiş miydik? Etmiştik de önemsememiş miydik?

 

Duygu Asena, baba baskısından kaynaklanan, kendi ifadesiyle ‘gündelik hayat yalanlarıyla dolu’ çocukluğunu ve genç kızlığını aşıp olgunlaşmaya başladıktan sonra ilke edindiği ‘yalan söylememek’, ‘dobra olmak’ hasletleri doğrultusunda buna ve benzer sorulara onu tanıyanların, arkadaşlarının canını biraz yakacak cevaplar veriyor, onlar tarafından küçümsenmekten yakınıyor.

 

Bunları ileride anlatacağım, fakat yeri gelmişken, bu küçümsenme yakınmasını vesile bilerek Duygu Asena’nın hayattan öğrenilmiş, dolayısıyla hakiki bir derdin ürünü olan mücadele anlayışıyla, etrafındakilerin çok da sahih bir tını vermeyen ‘ideolojik’ (kendi tanımlaması) mücadele anlayışı arasındaki farklara değinmek istiyorum. Zaten bu yazının içinde ilerledikçe görülecek ki, Duygu Asena hayatı boyunca kendisini ‘yukarıdan’ eleştirenler, yer yer küçümseyenler tarafından hırpalanmış, buna rağmen ‘yüksek’ bir hayat yaşayanların ‘yüksek’ sıkıntılarıyla, bunalımlarıyla değil, sıradan bir hayat yaşayanların sıradan ve hakiki sıkıntılarıyla uğraşmaktan vazgeçmeyen bir yazar olagelmiştir.

 

Hep bunu ve sadece bunu ‘bir ilkokul öğretmeni sabrıyla yazıyor’ diye eleştirenlere karşı cevabı da hep şöyle olmuştur:

 

“Ömrümün sonuna kadar da böyle yapmaya devam edeceğim. Bunu eleştiri olarak kabul etmiyorum. Çünkü hiçbir şey değişmedi. Her gün kadınlarla iç içeyim. 25 senedir onlarla konuştuğum şeyler hâlâ aynı. Ayrılamıyor, boşanamıyor, köle gibi dayak yiyor. İp gibi sessiz yaşlar gözlerinde.”

 

‘Yüksek siyaset’ tepelerinden görülemeyenler

 

Kadının Adı Yok gibi gerçekten de fenomen haline gelmiş bir kitaba ilgisiz kalıp, Ercan Arıklı’ya “siz ne biçim gazetecilersiniz” dedirten durumu açıklamada, Duygu Asena’nın şu serzenişi bize yol gösterici olabilir (o günlerin Nokta’sını 12 Eylül’de ağır darbeler alıp hayata yeniden tutunmaya çalışan solcuların çıkarmakta olduğunu akılda tutarak okuyun):

 

“Solcu kesimin tepkisi daha acı, daha üzücü. ‘Sen hiçbir şey bilmiyorsun, düzen değişirse bu sorun çözülür, kadın erkek eşitliği sağlanır’ diyerek beni hırpalamaya çalışıyorlardı. Halbuki ben biliyorum, sosyalizmle yönetilen bir sürü ülkeyi gezdim. Kadınlık durumunu yönetim biçimine, siyasal rejimlere hiç bağlamıyorum. Çünkü sosyalizmi benimseyen insanların çoğu da feodal kafalı.”

 

Duygu Asena’nın yalnızca çalışma ortamı değil, özel hayatı da solcular tarafından çevriliydi. Kadınca’dan önce sevgilisi solcuydu, kızkardeşinin sevgilisi solcuydu, solcu erkeklerin yönettiği ve çalıştığı reklam ajansının yegâne metin yazarıydı, vs.

 

Asena’nın dünyaya, kadına bakışı bu çevrelerin bakışıyla kâh benzeşiyor kâh çatışıyordu.

 

“Yavuz’un solcu, partili arkadaşları var. İnci’nin (İnci Asena, kendisinden iki yaş küçük kız kardeşi –A. G.) sevgilisi Nazar ve arkadaşları da galiba aynı gruptaydılar. Türkiye İşçi Partisi. Gidiyorduk onlarla, türküler falan söylüyorduk. Birinin evine gidiyoruz, ben çiçek alıp götürüyorum. Masanın üzerinde unutuyorlar. Çiçek götürmek burjuva tavrı!”

 

Duygu Asena, o reklam ajansından Ercan Arıklı’nın çağrısıyla Gelişim Yayınları’na transfer olmuş, henüz kendisinin formatlamadığı, içine sinmeyen Kadınca’nın yazı işleri müdürü olmuştu. Birkaç yıl sonra da etrafında o reklam ajansındakiler gibi solcuların bulunacağı bir çalışma hayatı olacaktır. Çünkü Ercan Arıklı Nokta dergisini yayımlamaya başlamıştır.

 

Kadınca: Olgunlaşma dönemi

 

Duygu Asena’nın kâh saygı duyup övdüğü kâh eleştirdiği sol, ‘olgunlaşma dönemim’ dediği Kadınca’dan itibaren onu daha fazla etkilemeye başlayacaktır.

 

İşte bu nedenlerle, dönemin sol’una bir solcular konfederasyonu olan o günlerin Gelişim Yayınları üzerinden şöyle bir göz atmak iyi olacak. Böylece hem Duygu Asena’nın Kadınca’yı ve Kadının Adı Yok’u hangi ideolojik-kültürel ortamın içinden ürettiğini, hem de Nokta’cıların kitaba neden hakkını veremediğini anlayabileceğiz.

 

Ercan Arıklı’nın ölümünün hemen ardından kaleme aldığım ‘Arıklı’nın dergileri’ başlıklı iki bölümlü makalenin birinci bölümünü Gelişim dergilerine ayırmış, bu dergilerin, Ercan Bey’in tabiriyle ‘hangi dalgalar üzerinde yükseldiğini’ şöyle izah etmiştim:

 

“12 Eylül öncesinde, hayatın her alanına sirayet ettiği, başka hiçbir alana izin ve imkân vermediği için ‘siyaset’ olmaktan çıkmış çok yoğun bir ‘siyaset’ vardı herkesin hayatında…

 

Siyaset kendisinden başka her şeyi öldürmüştü; kendisi capcanlı gibi görünüyordu ama aslında o da ölüydü… Yollarda, kahvelerde insanlar ölüyordu, bunlar yaşanıyor, haberleştiriliyordu ama tek tek insanların ölen bireysel canlılıkları dile getirilemiyordu. İnsanlar bunu kendi kendilerine bile ifade edemiyorlardı…

 

“12 Eylül olduğunda dönemin militanlarının bile belirgin bir ferahlık hissettiğini söyleyenler tümüyle haksız değil aslında… 12 Eylül'le birlikte tek tek insanlar, kopamadıkları siyasal yapılardan koptular ve savrulmaya başladılar… Müthiş bir haz arayışı baş gösterdi… ‘Devrimci evlilikler’ yıkıldı, bastırılmış cinsellikler yeniden keşfedildi, ‘insan ruhu’na doğru yeni yolculuklara çıkıldı… Bu, acılı bir arayış dönemiydi…

 

“Gelişim, -12 Eylül öncesi politikliğin reddi anlamında- apolitikliğin mâbediydi. Ama orada biraraya gelen gazeteciler haklı olarak kendilerini ‘apolitik’ görmüyorlardı… Gene politiktiler, gene değişimden yanaydılar ama artık ‘değişim’ denen şeyin o kadar da kolay olmadığı kanısındaydılar. Mücadele alanının artık ‘bütün bir hayat’ olması gerektiğine inanmaya başlamışlardı. Ercan Arıklı ile eski solcuların Gelişim Yayınları'ndaki büyük buluşması işte bu atmosfer içinde gerçekleşti…”

 

Bakış, eskiye kıyasla ne kadar özgürleşse de başta kadın meselesi olmak üzere birçok toplumsal meselede ‘çare’nin tümüyle ‘sınıf’ meselesinin halledilmesinde olduğuna dair inanç ağır bir tortu halinde varlığını sürdürüyordu. Dolayısıyla da, büyük sorunlara ‘sınıf’ perspektifinden bakmayanların, bazı dertlerin bütün sınıfların derdi olduğunu düşünenlerin küçümsenmesi devam ediyordu. Elbette bu küçümsemeden en büyük pay da Duygu Asena’ya düşüyordu. 

 

Nokta’da, Kadının Adı Yok’un yarattığı etkiyi algılayamayıp önemsemeyen atmosferin önemli ölçüde bu tortulardan kaynaklandığını söyleyemez miyiz?

 

Duygu Asena, hayatının olgunluk döneminde sol’un ve sol-feminist anlayışların ‘dar’ bakışından hep şikâyetçi oldu, onlarla kâh dayanışma içinde oldu kâh çatıştı.

 

Aslında Duygu Asena’nın bütün hayatı sevdikleriyle ve dayanışma içinde olduklarıyla çatışma içinde geçti. Bir yere ait olmak, bağlanmak, oranın askeri olmak onun ruhuna uygun şeyler değildi.

 

Bunu en iyi, onun çocukluk ve gençlik yıllarına giderek anlayabiliriz. Asena’nın o yıllarına yapacağımız uzun yolculuk, karakterinin ve mücadelesinin başka yönlerine de ışık tutacak…

 

İkinci bölümde (16 Mayıs): Çocukluk, gençlik, evllik ve soğuk ‘yuva’lar…

 

- Advertisment -
Önceki İçerik
Sonraki İçerik