Doğar doğmaz yürümeyi öğrenir ceylan, yumurtadan çıkar çıkmaz denize yönelir su kaplumbağası. İnsanın başka bir işi vardır, doğuştan gelen bir yönelimle dünyanın sırrına çevirir yüzünü. Aklın ve kalbin kılıcıyla çözülmeyi bekleyen bir Gordion düğümüdür karşımızda uzanan hayat.
Bin bir türlü hikayenin, yaşanan onca acının ve sevincin içinde esas hikayeyi ararız, renkli camlar arasındaki has yakutu arar gibi. Bin Bir Gece Masalları'nda Şehrazat, anlattıklarıyla hayatın bin bir türlü halini resmetti. O hikayelerin üzerinden nice devir geçti gitti ama insan doğasında görünen o ki hiçbir değişiklik meydana gelmedi. Her yeni hikaye yaşama dair ne varsa hepsinin aynı kaldığını anlatır özünde.
Şehrazat, her gün ağarışında usulca köşesine çekilir. Onun suskunluğu bir sonraki gecenin hikayesinin olgunlaşması içindir. Bizim yüzyılda ise, Şehrazatlar artmıştır artık, ama ve lakin anlattıklarının hikmeti de azalmıştır.
Peyami Safa, Madam Noralia'nın koltuğunda, Ebussuud'un gençliğine dair bir rivayeti anlatır: ''Ebussuud, köyünden İstanbul'a medrese tahsiline gelir. O devirde talebe-i ulumu devlet medrese odalarında bilabedel yedirip içirmektedir. Velakin her taraf doludur. Ebussuud'a yer yok. Aman bana bir medrese köşesi, diye koşar oradan oraya. Nihayet birinde bir boş oda bulur, velakin derler ki, 'Buraya giren sağ çıkamaz, anın için boştur. Kim girdiyse ertesi sabah ölüsü bulunmuştur.'
Ebussuud korkmaz girer. Akşamdır. Kapıyı kopatır. Rahlesinin önünde çalışmaya başlar. Namazını kılar. Tekrar çalışmaya başlar. Derken bir gümbürtü. Tavan yarılır. Odaya zebella gibi simsiyah bir Arap iner. Ağzından köpükler saçılarak Ebussuud'a hücum eder. Beriki oralarda olmaz. Çalışmaya devam eder. Arap homurdanarak anın etrafında dolaştıktan sonra çıkar gider. Ardından yarım saat geçer veya geçmez, yine tavan yarılır, bu sefer bir engerek iner, Ebussuud'un dört yanını çevirir, vücudunu kuşatır, başını kitabının üzerine sarkıtır, dilini onun çehresine doğru uzatır. Ebusuud yine fütur etmez. Engerek de çıkar gider. Bir yarım saat da geçer veya geçmez, tavan yarılır, bu defa çırçıplak bir bir kız yere iner, Ebussuud'un kucağna oturur, boynuna sarılır envai işve ile anı kendisine cezbetmeye uğraşır. Ebussuud yine aldırmaz, çalışmaya devam eder, kız da çekip gider; ve Ebussuud medrese halkının enzar-ı hayreti önünde ertesi sabaha sağ salim çıkıp odada sağ salim oturup çalışmaya devam eder.''
Ebuussud'u yolundan alıkoymaya çalışan ecinniler gibi dünyanın bin bir hali de bizim önümüze dikilir bin bir surette. Savaş, terör, hastalıklar, nice çöküntünün insanın sırtına yüklediği yürek acısı ve gelecek kaygısı birer heyula gibi dikilir hakikati arama yolunun üstünde. Eğer bu birbirinden korkunç karabasanların oyununa kaptırırsak battıkça batarız dünya bataklığına. Ne yol kalır, ne de hakikat arayışı.
1917'te Bolşevik devrimi olduğu gün yarım saat geç gelen asistanına neden geç kaldın, diye fırça çeker Ivan Petroviç Pavlov, o da ''Devrim oldu, haberiniz yok mu?'' der maruz kaldığı azardan şaşkın. Pavlov'un cevabı asistanı daha bir hayrette bırakır: ''Biz işimize bakalım.''
Pavlov, kendi açısından Petersburg Üniversitesi'ndeki laboratuvarında dünyanın bir sırrını çözmekle meşguldür o an. Tıpkı Ebussud gibi o da, çevresinde homurdanarak dolanan canavarı, Bolşevik Devrimi denen son yüzyılın en büyük fitnesini, gözlerini kendi arayışına çevirerek alt eder. Çünkü tek gücü budur. -Kendini her şeyden soyutlamış gibi görünse de, üzerine çalıştığı şey, ilerde ikinci dünya savaşında ülkesine büyük katkılar sağlayacaktır.-
Yaşam üzerine konuştuğumuzda aklımıza ilk gelen dünyanın yalan olduğu gerçeğidir. Peki nasıl olur da, hem dünyanın fitnelerine karşı ön cephede bilfiil savaşıp hem de kendi dünyamızı temiz tutarız? Doktorlar, salgın bir hastalık üzerine çalışırken enfekte olmamak için ne yapıyorlarsa onu yaparak. Hep araya biraz mesafe koyarak.
J R R Tolkein, Birinci Dünya Savaşı'nda bir yıl savaştıktan sonra evine dönmek zorunda kalır. Döndüğünde kendini bu karanlık dönemin kısırlığına teslim edip ezici bir karamsarlıkla ve boş lakırdıyla vakit kaybetmez. Onun zihninde Ortadünya'nın temelleri atılmaya başlamıştır. Yüzüklerin Efendisi'ni, sessiz ve huzurlu bir ortamda yazmış olmalı diye düşünesi geliyor insanın. Oysa, bu devasa kitabı dünyanın en büyük hercümerç ortamlarından biri olan 2. Dünya Savaşı sırasında, Avrupa'nın insanlıktan çıktığı, bir yıkıntıdan başka bir şey olmadığı bir fitne ortamında yazmıştır.
Velhasıl, dünyanın hem besleyen hem de kısırlaştıran bir yanı var. Bu ağacın meyvesi, fazla yendiğinde insanı zehirliyor. Üretme sıkıntısına neden oluyor. Hep aynı suyla dönen bir havuz gibi. O su bir süre sonra canlılığını berraklığını yitiriyor. Kokuşuyor.
Fitne zamanlarında fiili olarak yapabilecek bir şeyimiz yoksa, ne yapmalıyız? Faydasız zihinsel meşguliyetlerle ve kendine acımakla vakit kaybetmenin kimseye faydası yok. Belki de en zor olan, bir engerek gibi aklımızı ruhumuzu saran bahanelere ve insana bir an kendini işe yarar hissettiren kuru gürültüye yüz çevirmek. Yani genç ilim talebesinin yaptığını yapmak. Ebussud'un odasından canlı çıkmanın tek yolu bu gibi görünüyor.
*Cins Dergisi Aralık sayısında yayımlanmıştır.