1996-2006 yıllarında Fransız-Alman televizyon kanalı Arte’de Türkiye temsilciliği yapmış olan Ariane Bonzon, dijital gazete Slate. fr’de “AB-Türkiye: siyasi hevesler bitiyor, sübvansiyonlar kalıyor” (UE-Turquie: les ambitions politiques filent, les subventions restent) başlıklı bir yazı yayımladı.
Suriye krizi ve mülteciler sorunuyla birlikte canlanan Türkiye- AB ilişkilerine olumsuz açıdan yaklaştığı başlığından anlaşılan yazı ilgimi çekti. Alt başlığı okuduğumda ilgim daha da arttı. Çünkü “Türkiye ile AB arasında eskiden gelen birçok mali bağlar” olduğunun altının çizildiği alt başlık şöyle devam ediyor: “sonuç şu ki bütünleşme süreci arızalandığı halde, para hiçbir şey olmamışçasına (Türkiye’ye) akmaya devam ediyor. Baştan kaybedilmiş basit bir oyun mu bu?
Bu alt başlığı görenin, AB’nin Türkiye’ye ciddi mali yardımda bulunduğunu düşünmemesi mümkün değil Hem de bütünleşme sürecini aksattığı halde. Bonzon’u tanımıyor olsaydım, bunları AB karşıtı aşırı Sağ parti Ulusal Cephe’ye (Front National) sempati duyan biri kaleme almış sanırdım. Öyle olmadığını bildiğim için Bonzon’un daha ilk bakışta gerçekleri ters yüz eden bu yazıyla nereye varmak istediğini merak ettim.
Yazı şu cümlelerle başlıyor: “Avrupa Birliği Türkiye’ye çok para veriyor, özellikle son on yıldır. Ama bunu Başkan (Cumhurbaşkanı demiyor) Erdoğan’a kim hatırlatıyor? Türk Başkan Avrupa Birliği’ne mülteci akımını durdurmak için iki yıl için 3 milyon avroyu az buluyor. O ve Dışişleri Bakanı (Başbakan demiyor) Ahmet Davutoğlu iki katını istiyorlardı. Recep Tayyip Erdoğan Avrupa Komisyonu Başkanı Jean Claude Juncker’e ‘yoksa tartışmaya gerek yok’ demişti. “
Yazı, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın AB ile Kasım ortasında yapılan toplantıda söylediği ve tutanakları Yunan “Euro2day” sitesinde yayınlanan sözleriyle devam ediyor. Erdoğan’ın toplantıda sarf ettiği sözleri şöyle aktarılıyor:“ anlaşma olmazsa mültecileri otobüslere bindirir, Yunanistan ve Bulgaristan kapılarını açarız. (…) O zaman bu mültecilere ne yaparsınız, öldürür müsünüz?”
Ariane Bonzon, bunları aktardıktan sonra tarafların geçen 29 Kasımda mültecilere yardım çerçevesinde Türkiye’ye iki yıl için 3 milyon avro verilmesini öngören anlaşmaya vardığını ve bu yardımın onayının Şubat başında alındığını hatırlatıyor. Ama “diplomatik kaynaklar daha fazla ödeme yapma olasılığını göz ardı etmiyor” diye de ekliyor.
2007-2020: 10,5 milyarlık yardım
Bonzon yazısını ara başlıklarla sürdürüyor. Bu ara başlık altındaki bölüme de yine AB’nin Türkiye’ye yıllardan beri çok para verdiğini belirten bir cümleyle başlıyor. AB genişleme fonundan 13 yıl için toplam 10,5 milyar avro mali yardım alması öngörülen Türkiye’nin Brüksel için “maliyeti en yüksek aday” olduğunun altını çiziyor. Araya Türkiye’nin 2003 yılından 2014’e kadar yılda ortalama yüzde 6, AB’nin ise sadece 1,5 oranında büyüdüğünü sıkıştırıyor.
Yazıyı buraya kadar okuyan ortalama bir Fransız’ın kafasında “verdiğimiz paralarla Türkiye büyüyor, biz sıkıntı çekiyoruz” imajı gerçekleşir. 10,5 milyar avronun -ki bunun daha sadece 6 milyarı ödenmiş- makro düzeyde büyük bir miktar olmadığını, iki yıl için 3 milyar avronun da nüfusu giderek artan ve yakında 3 milyonu bulacak olan mültecilerin, yaratacağı toplumsal sorunlar bir yana, sadece ekonomik maliyetini karşılamadığını bilemeyeceği için elbette.
Bonzon’un konuyu böyle aktarmasını dürüst bulmak mümkün değil. Mültecilerin maliyeti bu kadar yüksek olmasa AB üyelerinin birçoğu değil milyonlar, yüzbinler, binler düzeyinde dahi mülteci alımına karşı çıkmazdı. Hem de insani konular Avrupa değerlerinin başında geldiği halde.
İleri koma
Bonzon, bu ara başlığa, kararlı bir Erdoğan karşıtlığıyla başlıyor ve arka arkaya bazı sorular sıralıyor: “bunlardan neden hiç söz edilmiyor? Neden Türk Başkan’ın yüzüne, şantajına ve ‘otoriter sapmasına’ karşı, Brüksel’in Türkiye’ye ödediği ve ödeyeceği milyonlarca avrodan söz edilmiyor? Bu yardımlar paradoksal değil mi? “
Bonzon, Türkiye’ye AB müktesebatını üstlenmesi için mali yardımda bulunulduğunu ama müzakerelerin geldiği noktanın “ileri bir koma hali” olduğunu belirtiyor. Dondurulmuş müzakere fasıllarından söz etmeyip, sürecin ilerlememesi sadece Türkiye’den kaynaklanıyor izlenimi yaratıyor. Bununla yetinmiyor, büyük bir çoğunluk artık Türkiye’nin hiçbir zaman AB üyesi olmayacağına inandığı halde neden bu yardımların yapıldığını sorguluyor. Hem bazı fasıllar dondurulacak, hem de artık Türkiye tam üye olamayacak deyip mali yardımlar kesilsin istenecek. Bunun adı kelimenin tam karşılığıyla “hipocrisie”, ikiyüzlülük.
Bonzon yazısında devamla, Rennes I Üniversitesi’nden araştırmacı Claire Visier’nin Bilgi Üniversitesi AB Enstitüsünce finanse edilen bir çalışmasına atıfta bulunuyor. AB’nin sivil toplumumuza yönelik mali yardımlarıyla ilgili bu çalışmadan çıkan sonuç, bu yardımlarla katılım müzakerelerinin birbiriyle ilintili olmadığı, kendi mantığına göre yürüdüğü yönünde. Başka bir deyişle sivil toplumun herhangi bir fasılda yürüttüğü projelerin finansmanıyla Türkiye’nin o fasılda ilerleme kaydedip etmediği arasında hiçbir bağ yok. Dondurulmuş bir fasılda gerçekleştirilen projeler için tahsis edilen AB fonları, müzakerelerde ilerleme sağlanan fasıllardaki projelere ödenenlerden daha fazla olabiliyor, özet olarak.
Bonzon, ön plana çıkardığı bu araştırmayla, yazısının “İdari rantlar” ara başlığını taşıyan bölümünde, AB fonlarından ödemelerin sürdürülmesinin aslında Türkiye’nin “müzakere eden ülke” konumundan kaynaklandığı sonucuna varıyor. Ardından“ Türk hükümeti artık Kopenhag ölçütlerinin başında gelen hukuk devleti ilkesine saygı göstermiyorsa, neden AB hâlâ öyleymiş gibi yapıp Türkiye’ye para veriyor” sorusunu yöneltiyor. Bu arada, Avrupa Yatırım Bankası’nın 80 darbesi nedeniyle Türkiye’ye verdiği kredileri Helsinki Zirvesi’ne kadar kesmiş olduğunu da hatırlatıyor.
Kabul etmek gerekir ki Ariane Bonzon’un Türkiye’nin hukuk devleti ilkesine artık saygı göstermediğine dair değer yargısının hukuki dayanağı yok. Çünkü müzakerelerin açıldığı tarihten bu yana Türkiye gerçekleştirdiği reformlarla, genel olarak, siyasi ölçütler alanında aksine ilerleme sağlamış durumda. Türkiye’de bağlantılı olduğu Erdoğan karşıtı çevrelerin iddialarını mutlak gerçekler olarak takdim etme yanılgısına düşüyor. Aslında sözünü ettiği milyon avroların da Türkiye ekonomisinin büyüklüğü içinde artık bir anlamı yok. Belli ki Bonzon Türkiye’de görevde olduğu yıllarda takılıp kalmış.
Son kaldıraç
Yazısına kaldığı yerden devam edersek, Bonzon bu ara başlık altında yine “çok para” dediği katılıma yardım fonlarının bir baskı aracı olarak kullanılıp kullanılamayacağını sorguluyor. Mesela “AB bu mali yardımın bir bölümünü askıya alamaz mı” ya da “ Ankara’nın “Erasmus gibi bazı topluluk programlarına katılımına karşı çıkamaz mı” diye soruyor.
Bonzon bu soruya ismini vermediği Komisyon’da görevli üst düzey bir bürokratın olumlu yanıt verdiğini ama Komisyon’un bu konuda yaratıcı olmadığını, işleri oluruna bıraktığını ve komik duruma düştüğünü söylediğini hatırlatıyor. Anlaşıldığı kadarıyla Bonzon’un görüşünü aktardığı genç araştırmacı, bu soruya kim olduğu belli olmayan Komisyon görevlisinden çok daha akıllı bir cevap veriyor: “ AB finansmanı keserse, minimum da olsa, Türkiye’de idare ve sivil toplumdaki tek eylem kaldıracını kaybeder.” Claire Visier’nin demek istediği AB mali fonlarının reform sürecini destekleyen bir kaldıraç olduğu. Doğru ama asıl kaldıracın AB’ye tam üyelik olduğu bir tarafa bırakılmamalı.
Claire Visier’nin araştırmasında vardığı sonuçlardan bir başkası, AB fonlarından Türkiye’ye aktarılan paranın önemli bir bölümünün Avrupalı uzmanlara ve merkezi Avrupa’da bulunan şirketlere yapılan ödemelerle Avrupa’ya dönüyor olması. Bonzon, abarttığı Brüksel’in mali silahının bu şekilde geri tepebileceğinin altını çiziyor. AB’nin genişleme bütçesinin önemli bir bölümünün Türkiye’ye ayrılmasının bu nedenle anlaşılabileceğini dile getiriyor. Bunu anlayabildiği için de kendisini Türkiye’ye yakın olanlardan hissediyor olasılıkla.
Bonzon, yazısının “vazgeçilmez ortak” ara başlığını taşıyan son bölümünde, AB’nin mali yardımlarının, Türkiye’nin AB’ye tam üye olacağına inanıldığı için değil, reform yapması, demokratikleşmesi ve Avrupa değerlerine uyum sağlaması için yapıldığını vurguluyor. Bu nedenle Türkiye’ye müzakere başlıkları üzerinden uyguladığı baskıyı mali alana yaymadığını belirtiyor.
Bonzon ayrıca mali yardımları silah olarak kullanmanın Türk halkına zarar vereceği gibi, Başkan Erdoğan’a da Batı karşıtı kampanyasını canlandırma olanağı tanıyacağını söylüyor. Brüksel ve büyük Avrupa başkentlerinin Türkiye’yi stratejik bir ortak olarak gördüğünü ve Suriye savaşının Avrupa için dramatik sonuçlarını önlemekte işbirliğine ihtiyaç duyduğunu ekliyor. Bunun da parayla ölçülecek bir bedeli olmadığının altını çiziyor.
Bu sonuca varmak için Bonzon’un yazısının başına ve çeşitli bölümlerine Cumhurbaşkanı Erdoğan aleyhine değer yargılarını sokuşturmasının bir anlamı yoktu. AB’ne üyelik sürecimiz Erdoğan’ın Başbakan olarak görev yaptığı dönemde ilerledi; bu da yok sayılabilecek bir veri değil. Dolayısıyla Türkiye-AB ilişkilerinde olumsuz bir faktör olarak halkın yüzde 52’sinin oyunu almış bir Cumhurbaşkanı’nı göstermek dürüst bir yaklaşımı yansıtmıyor.
Ayrıca AB’nin mülteciler için taahhüt ettiği mali katkının ve bugüne kadar Türkiye’ye yaptığı parasal yardımların da ekonomik büyüklüğümüz dikkate alındığında “devede kulak” kaldığını unutmamak gerekir. Aynı şekilde AB’nin Türkiye’ye Suriyeli mülteciler için vereceği miktar da, Türkiye’nin bugüne kadar yaptığı harcamalara bakılırsa, üzerinde uzun, uzun tartışılacak bir miktar değil.
Ariane Bonzon, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın neredeyse AB’ye nankörlük yaptığını demeye getirmektense, AB üyelerinin neden Avrupa değerlerinin başında gelen insani konuları ikinci plana atarak mülteci karşıtlığı yaptığını araştırsaydı keşke. Varacağı sonuç, AB’nin, kurucu babalarına ihanet edercesine kendi değerlerinden uzaklaştığı yönünde olurdu olasılıkla.