Başlık bana değil Le Monde’un İstanbul temsilcisi Marie Jégo’ya ait. Birkaç gün öncesine kadar Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı otoriterliğinden başlayıp, gelmiş geçmiş eli en kanlı diktatörlere benzetecek, ihtirası uğruna bir terör örgütüne karşı silahlı mücadeleyi yeniden başlattığını öne sürecek kadar ölçüyü kaçıran, Bayan Jego’nun da yazılarıyla katkı yaptığı demokratik ülkeler medyasının ayakları yere basmaya mı başladı?
Bu soruyu yanıtlamak için henüz çok erken. Daha geçen yazımda bu medyanın Erdoğan ve mevcut iktidar hakkında neler yazıp çizdiğini somut örneklerle aktarmıştım. Bu örneklerde yer alan gerçek olamayacak kadar abartılı değerlendirmelerin uluslararası kamuoyunu Türkiye aleyhine yönlendirmeye yönelik bir manipülasyon olup olmadığı sorusunu yöneltmiştim. Zira Türkiye gibi bazı eksikliklerine karşın demokratik bir ülkede seçilmiş bir Cumhurbaşkanı’nı dünya kamuoyuna, Mısır’ın darbeci Devlet Başkanı General Sisi’den, Suriye’de yüzbinlerce vatandaşını katleden, milyonlarcasını sınır dışına kaçırıp mülteci konumuna düşüren Esat’tan bile “kötü” göstermek normal olmadığı gibi etik de değil.
Aslında Jego’nun bu alışılagelmedik başlığını tam da Esat’tan kaçıp Avrupa’nın kapılarına dayanan Suriyeli mültecilere borçluyuz. Dört yıldan bu yana, başta Türkiye olmak üzere Ürdün ve Lübnan’a sığınan milyonların sesine kulak kabartmayan ve sürekli Türkiye’nin dış politikasını “yanlış” olarak niteleyen gazetecileri okuyoruz. Türkiye’nin Suriye’de iç savaşın başlamasıyla birlikte nasılsa birden bire güçleniveren IŞİD’e yardım ettiği yalanıyla bu görüşü yaygınlaştıran “dış politika uzmanları”, Rusya’nın fiilen Esat saflarında savaşa katılmasıyla şaşırmışa benziyorlar. Oysa vetosuyla Esat rejimini koruma altına almış olan Rusya’nın IŞİD’i değil öncelikle ılımlı muhalifler cephesini vurmasında şaşılacak bir taraf yok. Kimler tarafından güçlendirildiği bilinmeyen ve işlevi neyse sonlanınca olasılıkla birden bire ortadan kalkacak olan IŞİD’in önceliği Esat rejimini devirmek değil çünkü.
Marie Jégo’nun yazısına dönecek olursak, ilk cümlede Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı “AB’nin zor ama kaçınılmaz ortağı” olarak tanımladığını görüyoruz. Yadırganacak bir başlık aslında. Avrupa Birliği’nin ortakları üye ve aday ülkeler, doğrudan onların seçilmiş yöneticileri değil. Jégo yazısında Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Brüksel’deki temasları hakkında bilgi veriyor. Ardından son bir iki yıldır dile getirdiği “Türkiye’de özgürlüklerin erozyonu”, “Kürdistan İşçi Partisi’ne (Washington, Brüksel ve Ankara tarafından terörist sayılan PKK’ya) karşı savaşın yeniden başlaması” ve “Kürt yanlısı (Prokurde) Sol parti” olarak nitelediği “HDP binalarına saldırılar” gibi “kızdıran konuların” artık güncel olmadığını yazıyor.
Marie Jégo bunun nedeninin bugün 28’lerin, Türkiye’ye başkentlerine doğru gelen Suriyeli mültecileri durdurabilecek tek ülke olarak bakmaları olduğunu vurguluyor. Bu çerçevede Macaristan Başbakanı Viktor Urban’ın 2 Ekim tarihli Wall Street Journal’de yayınlanan “Avrupalıların umudu artık Erdoğan. Her Pazar Erdoğan’ın Ev’i için dua etmeliyiz” sözlerine atıfta bulunuyor.
Görüldüğü gibi, medyalarının en azından seçimle işbaşından çekip gitmesi için yayın yaptığı Avrupa’da, Cumhurbaşkanı Erdoğan ve AK Parti iktidarı, Akdeniz ve Ege’ye çıkan mülteci gemileri rotalarını AB başkentlerine kırınca birden bire umuda dönüşüveriyor. Ama bu umut, topraklarında 2. 2 milyon mülteci ağırlayan ve bugüne kadar 7 milyar dolar harcamış bulunan Türkiye’nin AB’nin öngördüğü her şeyi kabul edeceği anlamına gelmiyor. Jégo’nun da altını çizdiği gibi, Başbakan Davutoğlu AB’nin Yunanistan ve İtalya’nın yanı sıra Türkiye’de de “hotspots” adı verilen mülteci kabul merkezleri kurulması ve buna bağlı olarak ilave 1 milyar avro yardım yapılması önerisine karşı çıkıyor.
Marie Jégo yazısında 28’lerin daha fazlasını yapmaları gerektiğini belirtiyor ve bu bağlamda Ekonomik ve Dış politika Araştırmaları Merkezi (EDAM) Direktörü Sinan Ülgen’in geçen 1 Ekimde New York Times’ın “Tribune” köşesinde yayımlanan yazısından alıntılar yapıyor. “Türkiye, Avrupa’nın bu büyük insani trajediyi yönetmek ve yükünü paylaşmak için birlikte hareket etmekteki yeteneksizliğine çözüm olamaz. Avrupa Suriyeli mültecilerin sosyal ve parasal maliyetini tek başına karşılamış olan Türkiye’nin tampon bölge rolünden artık yararlanamaz.”
Jégo yazısında Türkiye’nin Suriye toprakları içinde Aziz ve Cerablus arasındaki bölgenin “güvenlikli bölge” ilanı ve buraya Suriyeli mülteciler için konteyner kent inşa edilmesine ilişkin politikasını “bir taşla iki kuş” alt başlığı altında aktarıyor. Türkiye’nin böylelikle PKK’ya bağlı olduğunu lütfederek belirttiği YPG’nin Afrin’e kadar olan bölgeyi IŞİD’le savaş gerekçesini öne sürerek ele geçirmesini engellemeye yönelik olduğunu vurguluyor.
Jégo’ya göre, Rusların bölgeye askeri olarak fiilen girmesi, Türkiye’nin bu planını zora sokuyor. Rusya’nın 1994 ile 2000 arasında Çeçenistan’da olduğu gibi kör hava saldırıları mülteci sorununu daha da çetrefilleştiriyor. Son paragrafını Suriyeli Türkmen Konseyi Başkanı Abdurrahman Mustafa’nın hava saldırılarının yol açtığı can kayıplarına ayıran Jégo’nun bu yazısı öncekilere oranla çok daha dengeli. Bundan başta sorduğum sorunun yanıtının olumlu olduğu sonucunu çıkarmak mümkün mü?
Mülteci krizinin ve Rusya’nın hava bombardımanlarına başlamasının ABD ve Avrupa’nın bugüne kadar izlediği Suriye ve daha bir geniş optikten bakarsak Orta Doğu politikalarının yanlışlığını ortaya koyduğuna kuşku yok. Erdoğan ve AK Parti üzerinden aslında Türkiye karşıtlığına dayanan politikalarla bölgeyi yeniden tasarımlamanın pek mümkün olmadığı anlaşılmışa benziyor. Jégo’nun bu başlığı bunun somut bir göstergesi belki de.
Demokratik ülkeler medyasının Türkiye’nin bütünlüğünün önemi ve seçilmiş siyasetçilerinin politika belirlemedeki özgürlüğü konusunda tornistan ediyor olması olumlu olmakla birlikte, ciddi bir inanılırlık sorunu var. Son iki, üç yılda bu medyada o kadar çok gerçek dışı haber ve bu haberlere dayandırılan yanlı değerlendirmeler okuduk ki bundan sonra neyin, neden, şimdi yayımlandığını sorgulama hakkına sahibiz.
Kendi ülkeleriyle ilgili konularda ayrışabilen ama uluslararası konulara ortak bir optikten bakabilen, aynı değerlendirmeleri yapabilen ve bu nedenle belli bir merkez tarafından kontrol ediliyormuş izlenimi veren çok uluslu bu medya öncelikle tutarlı olmak durumunda. Müttefik bir ülkenin seçilmiş Cumhurbaşkanı mülteci sorununun çözümünde Avrupa’nın tek umuduysa -ki bunda haklılık payı yüksek elbette- o ülkenin uyarılarını ve dış politika tercihlerini yerden yere vurmadan önce anlaması gerekirdi. Avrupa’nın karşı karşıya kaldığı bu sorunun tam da dış politika alanında yaptığı vahim yanlışlıklardan kaynaklandığına bakılacak olursa.