Kamuoyuna Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak tarafından duyurulan McKinsey anlaşması Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bilgisi dışında mı kotarıldı?
Erdoğan’ın anlaşmayı bozduğunu duyururken kullandığı ağır eleştiri yüklü cümleler ve takındığı tavır, eleştirdiği şeyde (McKinsey ile anlaşma) kendisinin de sorumluluğu bulunan bir kişinin cümlelerine ve tavrına benzemiyor. Ölçü olarak bunları ele aldığımızda haberinin olmama ihtimali yükseliyor. Fakat biraz sonra hatırlatacağım, haberinin olmamasının neredeyse imkânsız olduğu durumlarda da benzer bir tavır takındığını düşündüğümde benim kuşkularım büyüyor. Hatta bir adım daha atayım: McKinsey örneğinde de Erdoğan’ın anlaşmayla ilgili olarak hem de en başından beri bilgilendirilmemiş olması bana imkânsız gibi görünüyor (siz kararınızı, birazda hatırlatacağım eski örnekleri gözden geçirdikten sonra verirsiniz).
‘Anlaşmadan haberi var mıydı?’ sorusu neden önemli
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın McKinsey’le varılan izleme-denetleme anlaşmasını bozmasını değerlendiren yazılara bakıyorum, gördüğüm şey şu: Bunların büyük bölümünde, Erdoğan’ın bu tepkiyi verirken, anlaşmayla ilgili olarak önceden bilgilendirilip bilgilendirilmediği sorusunun üzerinden atlanıyor, hatta haberi yokmuş gibi davranılıyor… O zaman da geriye her zaman ‘doğru’dan sapması ihtimal dahilinde olan geniş iktidar kadrosu ile ‘doğru’dan sapması asla mümkün olmayan bir lider tablosu çıkıyor ki, ben bunu, birazdan aktaracağım eski örneklerin yanı sıra Erdoğan’ın ‘bilmiyor(muş) gibi yapma’ tekniğiyle iktidar gücünü artırma taktiğinin yeni bir örneği olarak görüyorum.
Erdoğan’ın anlaşmadan haberinin olup olmadığı sorgulamasından neden kaçınıldığını anlayabiliyorum. Çünkü bu durumda ortaya sakil bir politik ahlak tablosu çıkacak: Bildiği halde bilmezlikten gelen ve bu yoldan kamuoyu nezdinde puan toplayan yanılmaz liderlik!
Erdoğan’ın Mc Kinsey anlaşmasını bozmasını değerlendiren yazarların küçük bir bölümü ise onun anlaşmadan haberinin olup olmadığını soruyor fakat haberinin olması durumunda ortaya çıkacak politik ahlak probleminden dolayı sadece sormakla yetiniyor, deşmiyor.
Selvi ve Karaca
Erdoğan’ın karşı çıktığı anlaşmada kendisinin de sorumluluğunun olup olmadığını hiç sormayan yazarların tümünü temsilen Hürriyet yazarı Abdülkadir Selvi’yi, soran fakat derine gitmeyen yazarların tümünü temsilen de Habertürk yazarı Nihal Bengisu Karaca’yı seçtim.
Abdülkadir Selvi: “(Erdoğan, partisinin hafta sonu yapılan Kızılcahamam toplantısında) McKinsey konusundaki tartışmalara son verdi. ‘Fikri danışmanlık hizmeti de almayacağız’ dedi. Erdoğan böylece yerel seçimlere giderken muhalefetin kozunu elinden almış oldu.” (Hürriyet, 8 Ekim 2018).
Gördüğünüz gibi, Abdülkadir Selvi sadece ‘koz’la ilgili; gerisi onu ilgilendirmiyor.
Nihal Bengisu Karaca: “Peki nasıl oldu da anlaşma bu safhaya kadar gelebildi? Asıl çizgi ‘Biz bize yeteriz' ise eğer, neden ilan edildi ve niyet anlaşması aşamasına kadar gelindi?
İlk akla gelen ‘Acaba Erdoğan yapılacak anlaşmanın detayları, McKinsey'in şartları hakkında yeterince bilgilendirilmedi mi?' sorusu.
İkinci akla gelen ise, Erdoğan'ın küresel piyasalar açısından güvenilirlik testi anlamını taşıyan ve dış yatırım çekmeyi kolaylaştıran projenin mümkünlüğüne aklının yatması ama muhalefetiyle muhafazakarıyla her kesimden gelen majör tepki nedeniyle politika değiştirmeyi tercih etmesi olasılığı. Agoranın nabzının küresel taleplerden üstün tutulması her zaman iyi bir şey olmayabilir, o ayrı bir tartışmanın konusu. Ancak Erdoğan yapılan politikaların, seçilen yolların ‘yerlilik ve millilik' düsturuyla çatışma görüntüsü vermesinden mütevellit tansiyon yükselişini ‘belirleyici' ve ‘yön tayin edici' bir faktör olarak görmüş olabilir. Bu ihtimalde söylenilecek olan bellidir: Erdoğan, sokakla, halkın hassasiyetleri ile senkronize olmakta hiç zorluk çekmeyen bir siyasetçi olarak; yerel seçim öncesi AK Parti tabanında kafa karışıklığına sebep olabilecek bir karamsarlığı önlemiştir.”
‘Halkın hassasiyetleri ile senkronize olmak’tan başka bir şey yok mu?
Gördüğünüz gibi Karaca’nın yorumu daha tafsilatlı ve nüanslı… Anladığım kadarıyla Erdoğan’ın yeterince bilgilendirilmemiş olmasını küçük bir ihtimal olarak görüyor ve dolayısıyla ayrıntılandırmıyor.
Karaca, belli ki Erdoğan’ın gelişmeyi baştan itibaren bildiğine inanıyor ve o nedenle de o ihtimal üzerine yazdıkları çok daha büyük bir hacim oluşturuyor.
Fakat gördüğünüz gibi Karaca burada herhangi bir politik ahlak problemi tespit etmiyor, sadece Erdoğan’ın kamuoyu eğilimlerine ne kadar hassas bir lider olduğuna dikkatimizi çekmekle yetiniyor.
Bana gelince… Erdoğan, anlaşmayı bozduğunu ilan ettiği konuşmada kendi sorumluluğunu da dile getirseydi ve ‘arkadaşlar hata yapmış, ben de düzeltiyorum’ yerine ‘Ben ve arkadaşlarım hata yaptık, şimdi de onu düzeltiyoruz’ deseydi, Karaca’nın yorumuna ben de katılabilirdim.
Fakat ortada bir kendini sorumluluktan sıyırma tavrı dururken, bunu hiç görmeyip, “Sokakla, halkın hassasiyetleri ile senkronize olmakta hiç zorluk çekmeyen bir siyasetçi” portresi çizemem. Hele ki daha önce yaşanmış benzer örnekleri bile bile…
Şimdi artık baştan bu yana birkaç kez zikrettiğim, Erdoğan’ın bildiği halde bilmiyormuş gibi yapıp, bu sayede ‘yanlışı tek başına önleyen lider’ pozisyonunu tahkim ettiği eski örnekleri hatırlayabiliriz… Bunları iki kategoride ele alacağız: Gündelik hayat sorunlarından örnekler ve siyasi sorunlardan örnekler.
Gündelik hayat sorunlarından örnekler
Geçtiğimiz yılın (2017) ağustos ve eylül ayları boyunca araç sahiplerini doğrudan ilgilendiren bir tartışma yaşandı. Hükümet, Motorlu Taşıtlar Vergisi’ne (MTV) yüzde 40’lık büyük bir zam yapacağını açıklamıştı. Karar, büyük bir tepkiyle karşılandı, fakat hükümetten herhangi bir geri adım gelmedi. Nihayet ekim başında Cumhurbaşkanı Erdoğan devreye girdi ve zam oranının yeniden gözden geçirileceğini açıkladı.
MTV zammı tartışmalarına paralel giden ve yine aylardır süren bir başka tartışma da otomobillere cam filmi takılmasını zorunlu kılan hükümet kararnamesine dairdi. Bu da büyük bir tepki topladı, fakat hükümet yine oralı olmadı. Sonunda Erdoğan “son noktayı koydu” ve cam filmi zorunluluğu kaldırıldı.
UBER ve taksiler arasındaki çekişme, Erdoğan’ın “son noktayı koyduğu” bir başka sorundu. Hükümetin, özellikle büyük şehirlerdeki tüketicilerin tepkisinden çekinerek aylar boyunca paralize olduğu tartışmada Erdoğan, “taksici esnafını ezdirmeyiz” dedi ve olay kapandı.
Her üç olayda da görüntü, Erdoğan’ın olan bitenden haberdar olmadığı, ne yapılmışsa ona sorulmadan yapıldığı şeklindeydi. Yani, başta MTV’deki fahiş zam olmak üzere kararlar ona danışmadan alınmıştı ve nihayet haberdar olduğunda da “halkın nabzını iyi tutan bir lider” olarak duruma müdahale etmişti.
Oysa belli ki bu netameli konuları bilmiyormuş gibi yapıyor, böylece sorumluluğuna katlanmamış oluyor, kamuoyunun tepkisini ölçtükten sonra da ‘halkın talebi’ doğrultusunda olaylara el koyuyordu.
Yukarıdaki üç olayda da “Erdoğan son noktayı koydu” kalıbını kullandım… Sanmayın ki bu benim bulduğum bir kalıp; hayır, bu türden netameli meselelerde Erdoğan devreye girdiğinde basın istisnasız bu kalıbı kullanıyor; Google’a bunu yazıp ararsanız Erdoğan’ın “son noktayı koyduğu” başka birçok örnek daha bulursunuz.
Siyasi sorunlardan örnekler
Erdoğan, netameli süreçleri bu tarzda yönetmeye büyük siyasi sorunlar söz konusu olduğunda da baş vurabiliyor; Özellikle kendi hareketinin içinde cezalandırmak istediği yöneticiler olduğunda… Bu cümleden olmak üzere, Ahmet Davutoğlu’nun başbakanlığı döneminde birkaç çok önemli siyasi gelişmede süreçleri bu tarzda yönetti.
Bunların en önemlisi, Çözüm Süreci bağlamında hükümet yetkilileri ile Halkın Demokrasi Partisi (HDP) yetkilileri arasında imzalanan Dolmabahçe Mutabakatı’nı iptal etmesiydi.
Erdoğan’a göre Dolmabahçe mutabakatı hususunda kendisi bilgilendirilmemişti ve böyle bir mutabakatı kabul etmesi mümkün değildi.
Erdoğan bir yandan ‘bilmiyor(muş) gibi yaparak’ sorumluluktan sıyrılır, öbür yandan “öğrendim ve son noktayı koyuyorum” diyerek iktidar gücünü artırırken, kolayca tahmin edebileceğiniz gibi kimse çıkıp, “hayır, baştan beri her şeyi o da biliyordu, varsa bir yanlışlık, bunda onun da payı vardı” diyemiyor… Fakat Dolmabahçe Mutabakatı örneğinde böyle biri çıktı: Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç açık açık “Bilmemesi mümkün değil, biliyordu” dedi.
Bu yazı çok uzayacağı için öbür örnekler üzerinde durmuyorum. Onları da isterseniz şu linkten okuyabilirsiniz:
http://www.aljazeera.com.tr/gorus/erdogan-surecleri-neden-boyle-yonetiyor
Bu yazının girişinde, “McKinsey örneğinde de Erdoğan’ın anlaşmayla ilgili olarak hem de en başından beri bilgilendirilmemiş olması bana imkânsız gibi görünüyor” demiş, sizlerin de kararınızı, bu yazıyı okuyup bitirdikten sonra vermenizi istemiştim.
Şimdi ne diyorsunuz?