Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AK Parti) 2010’dan sonraki siyaset dilini 2002 öncesi Türkiye’siyle kıyaslayıp iki dönem arasındaki benzerliklere işaret edenler tümüyle haksız değil.
Bu kıyaslamalardan sonuncusu AK Parti’nin önde gelen simalarından Hüseyin Çelik tarafından dile getirildi. Çelik, iktidarın şahsileşmesi yolunda kraldan fazla kralcı kesilen, övgüde ulaştıkları düzeyle bizzat partinin liderine zarar verdiklerini düşündüğü kişileri eleştirirken şöyle demişti:
“Daha önce katıldığım bir TV programında ‘Tayyip Bey bu hareketin lideri olarak Everest tepesidir. Fakat Everest tepesi, oradaki duruşunu ve varlığını Himalayalar’a borçludur. Himalayalar olmazsa Everest diye bir şey olmaz’ dedim. Bazı arkadaşlarımız bunu bile mesele yaptılar. Biz Kemalistlere neden kızıyoruz? Bütün bir milletin iman ve haysiyet mücadelesi olan Milli Mücadele’yi sadece bir kişiye izafe ettikleri için değil mi? Şimdi biz de Kemalistlerin düştüğü hataya düşmüyor muyuz? Tayyip Bey’i savunuyor görünüp edepsizce laflar edenler şunu iyi bilmeliler ki Tayyip Bey’e iyilik etmiyorlar.”
Eski döneme benzeyen “şey”ler sadece siyaset alanında görülmüyor. Mesela iktidarı destekleyen medya da uzun bir süredir “eski medya”ya benzemiyor mu?
Bilgilendirme değil yönlendirme
İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde verdiğim “haber analizi” derslerinin ilhamıyla, kabaca 2000’lerin başında başladığım medya eleştirisi yazıları, Türkiye’nin askeri vesayete karşı mücadelesinin içinden kaleme alınmıştı. Böyle olunca, eleştirinin ağırlıklı bölümünün malzemesini doğal olarak dönemin merkez medyasından devşiriyordum.
Koçbaşının Hürriyet gazetesi olduğu merkez medyadaki gazetecilik problemleri o yıllarda sayılamayacak kadar çoktu ama, hiç kuşkusuz en temel sorun, okurların bilgilendirilecek değil yönlendirilecek bir kitle olarak görülmesiydi.
Bu tercih, merkez medyanın ülkeyi yönetenlerle kurduğu ilişkinin çarpıklığından kaynaklanıyordu…
Normal koşullarda (ya da “normal” ülkelerde) medya toplumun bir parçasıdır ve bu niteliğiyle temel işlevi toplum adına devlet aygıtını ve bu aygıttaki iktidar alanlarını (yürütme, yargı, yasama) denetlemektir. Zaten demokratik ülkelerde medyanın “dördüncü kuvvet” vasfı, yukarıdaki üç iktidar alanını toplum adına denetlemekten neş’et eder.
Medya, bu denetleme fonksiyonunu esasen, devletin iktidar mekanizmalarında alınması düşünülen / alınan kararları toplumun bilgisine sunarak yerine getirir. Böylece medya, toplumun kamusal tartışmaya katılmasını sağlar ve devletin denetimsiz, gözetimsiz bir alanda istediği gibi at koşturmasına engel olur.
Yine: “Normal” ülkelerde medyanın, toplumsal talepleri yönetenlere iletmek gibi hayati bir fonksiyonu daha vardır. Bu fonksiyon hakkıyla yerine getirildiğinde bir ülkedeki iktidar sahipleri, yönettikleri toplumun taleplerini, eğilimlerini, arzularını bilirler ve ona uygun siyasi-sosyal programlar geliştirme imkânını yakalarlar.
Türkiye “normal” değildi
“Normal” ülkelerde devlet aygıtıyla medya arasındaki ilişki böyleydi ama o yıllarda Türkiye “normal” değildi; dolayısıyla da ilişki tam tersinden kurulmuştu. Yani medya yüzünü topluma değil devlete dönmüştü ve bu başlıca iki sonuç üretiyordu:
Birincisi: Medya kendini toplum adına iktidarı denetlemekle yükümlü saymıyor, böyle bir işlevi yokmuş gibi davranıyordu. Ya da: Devletin fazla ses çıkarmayacağı, suya sabuna dokunmayacak konularda yerine getiriyordu bu işlevini.
İkincisi: Kendisini, toplumsal talepleri devlete iletmek yerine devletin toplum için belirlediği standartları, davranış biçimlerini, yasakları topluma empoze etmekle görevli sayıyordu. Adeta, devlet adına toplumu ikna etmede iş gören bir ideolojik makine gibiydi.
Haberler “düz” bir biçimde sunulup, değerlendirmesi okurlara bırakılmıyordu. Yalnız başına bırakılırlarsa ya zurnacıya ya davulcuya gideceği düşünülen okurlara, okudukları metinlerden “yanlış” sonuçlar çıkarmasınlar diye o haberi nasıl anlamaları gerektiği de anlatılıyordu…
Bu özellikleriyle dönemin gazeteleri ve televizyonları, devletin temel tercihleri ve politikaları söz konusu olduğunda, yayın organından ziyade propaganda bülteni hüviyetine bürünüyordu. Temel görevleri, devlet katında alınan kararları, tıpkı kendilerinin yaptığı gibi kamuoyunun da sorgulamadan benimsemesi için âzamî çabayı göstermekti.
Alâmetifârika: Kaynaksız, ‘belirtildi’ haberleri
Bu dönem haberciliğinin alâmetifârikası, hiçbir kaynak göstermeksizin yazılan ve “belirtildi”, “ortaya çıktı” gibi yüklemlerle bezeli haberlerdi. Kolayca tahmin edilebileceği gibi gerçekte “ortaya çıkan” bir şey yoktu. Ortada sadece birilerinin kamuoyunun öyle bilmesini istediği bir şeyler vardı ve gazeteci de bunları haber kılığında kamuoyunun tepesinden boca ediyordu.
Bazen de kraldan fazla kralcılık ediliyor, “böyle bir haber yazarsam puan toplarım” hesabıyla birtakım “belirtildi”, “ortaya çıktı” haberleri yapılıyor, fakat iktidar çevreleri “aşırı” buldukları bu haberleri tekzip edince de haber elde, açıkta kalınıyordu.
Dönem değişti, tarz değişmedi
Aradan yıllar geçti, seçimle işbaşına gelen AK Parti her türlü badireyi atlatarak iktidarını korudu ve bu arada kendi çevresinde, onu destekleyen bir medya yarattı.
Ne var ki ortaya çıkan medya, Batı ülkelerinde örneklerini gördüğümüz, belirli siyasetleri ve siyasi partileri desteklemek, fakat bunu yaparken de temel gazetecilik işlevlerini yerine getirmekten geri durmamak diye özetleyebileceğimiz gazetecilik çizgisinin çok dışında bir çizgi benimsedi: Vesayet yıllarının medyasının benimsediği çizgiydi bu. Yani kendisini, iktidar katında alınan kararları hiç sorgulamaksızın topluma benimsetmekle görevli sayıyor, vesayet medyasıyla farkını ise kendisinin desteklediği iktidarın “vesayetçi” değil “seçilmiş” olmasında arıyordu. İktidarlar gerçekten de farklıydı, fakat hiç kuşkusuz bu fark, seçilmiş de olsa, iktidarı bu tarzda destekleyen bir medyaya herhangi bir meşruiyet sağlamıyordu.
Bekleneceği gibi, bu dönemin iktidara yakın medyasında da eski dönemin alâmetifârikası aynen göründü: Kaynaksız “belirtildi”, “ortaya çıktı” haberleri…
Cem Yılmaz’ın bu tür haberleri konu edinen bir skecindeki ifade, her iki dönemin habercilik anlayışını mükemmel bir biçimde özetliyor:
“Kaynağımı soruyorsun ama gösteremem, çünkü şu anda tam üstünde oturuyorum.”