15 Temmuz iddianamelerini, a) “silahlı fiil”leri ele alanlar, b) o fiillere kaynaklık ettiği ya da onları kışkırttığı düşünülen “söz”leri ele alanlar olmak üzere ikiye ayırabiliriz… İddianameleri bu gözle taradığımızda, 15 Temmuz darbe girişimine fiilen katılmakla suçlanananların iddianameleriyle; o geceye, önceki yazı ve sözleriyle fikrî lojistik destek vermekle suçlananların iddianameleri arasındaki bariz inandırıcılık farkını görmemek mümkün değil.
Birinci kategoriden iddianameler için delil bulmada hiç zorlanmayan savcılar (çünkü suçlamaya konu kanlı fiil hepimizin gözü önünde işlendi), iş ikinci kategoriden iddianamelere geldiğinde, sinekten yağ çıkarmaya çalışan iddia sahiplerine benzemeye başlıyorlar.
Bunu Cumhuriyet gazetesi yazarlarına yönelik iddianamede görmüştük… Şahin Alpay, Ahmet Turan Alkan, Ali Bulaç gibi örneklerde görmüştük… Şimdi de Ahmet ve Mehmet Altan ile Nazlı Ilıcak’a yöneltilen suçlamalarda benzer bir zorlamaya şahit oluyoruz…
Savcıların zorluğu şurada: Bir yandan, ne kadar sert ve incitici olursa olsun, hakaret içermediği sürece iktidara yönelik eleştirilerin ifade özgürlüğü kapsamında sayılması gerektiğini biliyorlar ve kabul ediyorlar, bir yandan da bu eleştirilerin sahiplerini “darbecilerle işbirliği” etmekle, hatta doğrudan doğruya “terör örgütü üyeliği” ile suçlamak istiyorlar.
Bu türden iddianameleri yazan savcılara göre, bir yazar iktidarı “incitici” hatta “endişeye sevk edici” şeyler yazabilir; bunlar suç değildir, tam tersine ifade özgürlüğünün koruması altındadır. Bu yaklaşım, Ahmet ve Mehmet Altan ile Nazlı Ilıcak’ın da suçlandığı iddianamenin birkaç yerinde dile getiriliyor… Mesela:
“Özellikle şu hususun vurgulanması gerekir ki; siyasi otoriteyi eleştiren, hedef alan veya toplum tarafından kabul gören veya zararsız veya ilgisiz kabul edilen değil, incitici, şoke edici ya da endişelendirici söz ve söylemler yukarıda sayılan ulusal ve uluslararası mevzuatlarda yer alan ifade ve basın özgürlüğü kuramlarının koruması altına alın(mıştır).”
İddianamenin bir başka yerinde de şöyle deniyor:
“Siyasi otoriteyi hedef alan incitici, şoke edici ya da endişelendirici şeklinde tabir edilen söylemlerin
‘ifade ve basın özgürlüğü’ kuramlarının koruması altında olduğu izahtan varestedir.”
Fakat “izahtan vareste”den hemen sonra bir “ama” geliyor ve bu “ama”nın sınırları içine giren söz ve yazıların suç kapsamında olduğu belirtiliyor. İddianamede bu “ama”nın içeriği şöyle özetleniyor:
“(Ama) devletimizin Anayasal düzenini hedef alan terör örgütüne katılarak, örgütteki hiyerarşik gücün emrine
girmek suretiyle organik bağ kurarak veya örgüt adına suç işlemek suretiyle süreklilik arz eden faaliyetlerde bulunan medya unsurlarının mensup oldukları terör örgütü tarafından gerçekleştirilen ve kendileri tarafından bilinen darbe girişiminin başarıya ulaşması amacıyla öncesinde, darbe girişimine sözde neden teşkil eden siyasal ve toplumsal kaos ortamının bulunduğuna ve bu ortamın yaratılmasına yönelik veya darbeyi çağrıştırıcı örgütsel amaçla gerçekleştirilen söylem ve propagandalar (…) ifade ve basın özgürlüğü kavramlarıyla açıklanamaz.”
Ölçü ne?
Böylece, savcıların, sanıklara ait hangi cümleleri hangi argümanlarla “ifade ve basın özgürlüğü” kapsamında değil de “suç” kapsamında saydıklarını anlamış bulunuyoruz: Çünkü diyor savcılar, bu sözler, “Örgütteki hiyerarşik gücün emrine girmek veya örgüt adına suç işlemek suretiyle süreklilik arz eden faaliyetlerde bulunan” kişilerin sözleridir.
Bu argümanlar bizi, bazı söz ve düşünceleri “suç ve cebir” kapsamında gören savcıları fena halde terletecek olan noktaya getiriyor. Çünkü savcılar, böyle bir bağlantının olmaması durumunda, en sert en yıkıcı eleştirilerin bile ifade özgürlüğü kapsamında sayılması gerektiğini peşin olarak kabul ediyorlar.
Bu durumda, mesela iddianamede altını çizdikleri şu ifadeleri de ifade özgürlüğü kapsamında saymaları gerekirdi:
“Bu hırsız iktidar orda çok fazla kalamaz. Bu hırsız iktidar hukuka karşı geliyor, hakka karşı geliyor, hatta siyasete karşı geliyor. Siyaset dışında bir işler yapıyor.” (Ahmet Altan).
“Eski Peru Devlet Başkanı Fujimori’nin yaptığı bir hükümet darbesi, bir saray darbesi biçiminde, yapılan budur, fiili bir sözüm ona bir durum, böyle bir fiili durumun mutlaka hesabı sorulacak.” (Nazlı Ilıcak).
“Sarayının duvarları top mermilerı̇yle çöktüğünde, eli silahlı insanlar koridorlarda birbirlerini öldürdüğünde iç savaşın ne olduğunu anlar ama geç kalmış olur. Sonunda Erdoğan’ın sarayını da yerle bir ederler. Geriye paramparça kanlı bir çöl kalır." (Ahmet Altan).
Savcılar bunları, “siyasi otoriteye yönelik, endişelendirici de olsa ifade özgürlüğünün sınırları içinde” saymıyorlar, tam tersine, yukarıda sıraladığım argümanlara yaslanarak “suç ve cebir” sayıyorlar… Argümanı bir daha hatırlayalım: Çünkü bunlar, “Örgütteki hiyerarşik gücün emrine girmek veya örgüt adına suç işlemek suretiyle süreklilik arz eden faaliyetlerde bulunan” kişiler tarafından sarf edilmiştir.
Kritik suçlama: “Darbeyi önceden biliyorlardı”
Peki, savcılar bu kişilerin bu vasıfta olduklarını nasıl ispat ediyorlar? İşte bu noktada çok kritik bir varsayım giriyor devreye: Diyorlar ki, bu kişiler 15 Temmuz’da bir darbenin yapılacağını biliyorlardı, bu da onların “örgütün hiyerarşisi” ile bağlantılı olduklarını göstermektedir.
Bu türden iddianamelerin en kritik ve en zayıf noktası işte bu… Çünkü, suçlananların sözlerinin suç teşkil ettiğine dayanak olarak gösterilen şey, yani bu kişilerin bu sözleri “hiyerarşik gücün emrine girmek suretiyle” sarf ettikleri keyfiyeti, bu kişilerin “darbeyi önceden bildikleri” keyfiyetiyle “ispatlanıyor…” Fakat bu bir varsayım ve savcılar kendi varsayımlarını delil olarak kullanıyorlar!
Parantez: Sıradan bir “şakird” bile biliyorsa
Savcılar, iddiaları için hayati önem arz eden darbenin önceden bilindiği bahsinde o kadar ileri gidiyorlar ki, bunun yeni bir tartışmayı başlatmaması mümkün değil. İddianamedeki şu bölümü okuyan biri, sıradan bir “şakird”in bile haberinin olduğu bir darbenin nasıl olup da istihbar edilemediğini sorgulamaması mümkün mü:
“Darbe girişimine yönelik soruşturmalarda elde olunan deliller göstermektedir ki; darbe girişimi terör örgütünün hiyerarşisinde en üst seviyedeki yönetici kesiminden en alt seviyedeki ‘şakirt’ tabir edilen mensuplara kadar tespit edilebildiği kadarıyla girişimden en az bir yıl önce bilinmekte olup 2015 yılı Kasım ayı itibariyle örgüt mensupları bu durumu bilerek kendi örgütsel görev alanları ve konumlarına göre faaliyetlerine başlamışlardır.”
Bu iddianameler iktidara ne yapıyor?
Ahmet ve Mehmet Altan gözaltına alındıklarında kaleme aldığım ‘Subliminal darbe mesajı’na ve başka tuhaf şeylere dair ‘faydacı’ bir yazı başlıklı yazımın (Serbestiyet, 12 Eylül 2016) girişi şöyleydi:
“FETÖ soruşturmalarındaki bazı uygulamalarla ilgili olarak uluslararası demokratik standartları ve normları temel alan bir eleştirinin yetersiz ve faydasız kaldığı duygusunu taşıyorum. O nedenle bu defa, söz konusu pratiği, Ahmet ve Mehmet Altan’ın gözaltına alınması ve başka tuhaf örnekler üzerinden iktidara ‘faydası-zararı’ açısından ele almak istiyorum.”
Son iddianameyi okuduktan sonra aklıma yine bu paragraf geldi.