Fransa’da öteden beri olumlu yanıtlanan bir soru bu. Türkiye’nin de ne yazık ki örnek aldığı aşırı merkezileşmiş devlet yapısının, Fransa’da yüksek idare (Haute administration) olarak adlandırılan ve birkaç bin seçkin bürokrattan oluşan sınıfın kamusal alanda ipleri elinde tutmasını sağladığı genel kabul görüyor. Mutlakiyet döneminde başlayan, Jakobenizm ile düşünsel planda güçlenen, Napolyon İmparatorluğu (1805- 1812) ve Üçüncü Cumhuriyet (1870-1940) ile devam eden devleti yücelten rejimlerin kökleştirdiği bir bürokratik elit söz konusu olan. Önce İmparatorluğun, daha sonra Cumhuriyet’in aristokratlarından oluşan bu seçkinler sınıfı, 1945’te kurulan Ulusal İdare Okulu ENA (École nationale d’administration) ile merkezi bir eğitimden geçiriliyor, Profesör Patrick Aulnas’ın ifadesiyle formatlanıyor.
Prof. Aulnas’ın liberal eğilimli dijital gazete Contrepoints’da bu konuda iki yıl önce (10 Mart 2015) yayımlanmış “ENA’lılar: miadı dolmuş oligarşi” (Les énargues: une oligarchie dépassée) başlıklı bir yazısı var. “Enargues” sözcüğü, ENA’nın kuruluşundan bu yana seçkin bürokratlar anlamında türetilmiş bir sözcük. Aulnas devlet aristokrasisini oluşturan bu sınıfın sivil toplumdan kopuk, Cumhuriyet’in kurumları ve idaresinin çarklarına hâkim kendine özgü bir kast oluşturduğunu ve seçilmiş siyasetçilerin bu sınıfla birlikte çalışmaması durumunda hiçbir şey yapamayacağını vurguluyor. (https://www.contrepoints.org/2016/09/01/200598-les-enarques-une-oligarchie-depassee)
Fransa’nın bir başka özelliği, ENA’lıların 60’lı yıllardan itibaren bakanların özel kalemlerini, danışmanlık kadrolarını doldurmaları, hatta siyasete girmeleri. Aulnas’ın altını çizdiği gibi, devlet memurluğuyla uyumlu bu görevler sona erdiğinde yasal olarak idareye geri dönmeleri mümkün. Ama aralarında siyasette kalan ve meşhur olanlar da var. Örnek vermek gerekirse, Fransa’nın üç Cumhurbaşkanı (Valéry Giscard d’Estaing, Jacques Chirac, François Hollande) ile birçok başbakanı (Laurent Fabius, Lionel Jospin, Alain Juppé, Michel Rocard, Edouard Balladur, François Fillon) ENA mezunu. Ayrıca ENA’lı bakan ve milletvekillerini saymaya gerek yok kuşkusuz.
ENA’lılar seçilerek siyasete girdiklerinde bürokratlıktan siyasetçiliğe geçmiş oluyorlar. Bu noktadan itibaren ülkeyi şeklen bürokratların yönettiğini iddia etmek mümkün değil. Her ne kadar kendilerini kuşatan ENA’lılar aynı devletçi reflekslere sahip olsalar da. Aulnas, ENA kökenli politikacıların devletin işleyişini çok iyi bilseler de kopuk oldukları sivil toplumu anlamakta güçlük çektiklerinin altını çiziyor.
Le Pen’den bürokrasiye başkaldırı
Yazımı bu konuya hasretmemin nedeni, aşırı Sağ parti Ulusal Cephe’nin (FN/Front National) Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı adayı Marine Le Pen’in geçen Pazar günü Nantes’da düzenlenen parti mitinginde ikinci turda rakibi olma olasılığı güçlenen Emmanuel Macron ve medyanın yanı sıra bürokratları hedef alan sözleri. Bayan Le Pen, bu bağlamda rakibinin hizmetinde olduğunu ve kendi adaylığına karşı çıktığını öne sürdüğü “sisteme” ver yansın etti.
Marine Le Pen’in ilk hedefinde partisini açtığı davalarla köşeye sıkıştıran yargıçlar ve yargı bürokrasisi vardı. FN Genel Başkanı “yargı bir erk, iktidar odağı değil: yargıçlar yasaları uygulamak için var, onları yapmak (uydurmak) ve halkın iradesini dizginlemek için değil” diyerek yargının araçsallaştırılmasına başkaldırdı. Le Pen’e göre, memurlar devlet erklerini “muhalifleri gözetlemek, onlara eziyet etmek, komplo düzenlemek” gibi yasadışı amaçlarla kullanıyor. Birkaç hafta sonra (seçimi kazandığı zaman) “bu yasadışı siyasi güç seçimle süpürülecek” ve onlar bunun hesabını vermek zorunda kalacaklar. Dolayısıyla şimdi böyle yapanlar “kendi kişisel sorumluluklarını ortaya koyuyorlar.”
Marine Le Pen, aynı gün La Provence’da yayımlanan söyleşisinde, FN’in usulsüz finansmanı ile ilgili dava hakkında, “neden bu dava daha önce açılmadı da tam seçimlere doğru olumlu bir dinamik yakalamış olduğum sırada gündeme geliyor” diye soruyor. Ona göre, amaç belli, Emmanuel Macron’un önünü açmak. Bayan Le Pen, “Hollande’ın programının altına imza atabileceği Emmanuel Macron’un seçilmesinin bu sistemin ve iktidardaki kastın gücünün sürdürülebilmesi için şart olduğunu, paranın ve medyanın bu nedenle Macron’un arkasında durduğunu” ileri sürüyor.
Fillon’dan sert eleştiriler
Marine Le Pen’in iddiaları tartışılır kuşkusuz ama Fransız yargısı ve bürokrasisinin siyaset alanına hiç etkisi olmadığını söylemek de kolay değil. Nitekim bu dönem bürokrasinin bir kurbanı daha var: François Fillon. Cumhuriyetçiler ’in (LR/Les Républicains) adayının eşi ve çocuklarını “parlamenter asistanı” olarak çalıştırdığını en iyi bilenin Ekonomi ve Maliye Bakanlığı uzmanları olduğu dikkate alınırsa, bu bilginin tam da seçim döneminde medyaya sızmasında Bercy ’deki yüksek bürokratların rolü olduğu düşünülebilir. Hatta Mali Suçlar Savcılığı’nın bu konuda rapor yazmakla görevlendirdiği üç yargıçtan oluşan heyetin önceki gün alışılmamış bir süratle François Fillon’u 14 Mart günü ifadeye çağırmasına bakılırsa, LR adayına ve onun şahsında ılımlı Sağ’a komplo kurulduğuna bile inanılabilir.
Fransa’da adaylık başvuruları için son gün 17 Mart. Soruşturma heyetinin oluşturulmasından sonra haklı olarak zaman kazandığını düşünen François Fillon da bu anomaliye dikkat çekti ve yargıya çok sert ifadelerle yüklendi. “Hukuk devletinin (yargı tarafından) sistematik olarak çiğnendiğini” ve “masumiyet karinesinin tümüyle yok sayıldığını” dile getiren Fillon, Bayan Le Pen’den farklı olarak, Cumhuriyet değerlerine atfettiği önemi vurgulamak amacıyla ifadeye gideceğini ama adaylıktan çekilmeyi düşünmediğini belirtti.
Fillon’un asıl altını çizdiği çok daha önemli bir husus var: o da yargının siyasete yaptığı bu müdahalenin “siyasi bir cinayet” olduğu gerçeği. Bu cinayetin kurbanı sadece kendisi değil ama aynı zamanda ona ön seçimde oy vermiş milyonlarca kişi ve üzerine gölge düşecek olan başkanlık seçimi. Ayrı bir tartışma konusu ama daha şimdiden Fillon’u çekilmeye zorlayan ya da kendisiyle birlikte yürümekten vazgeçen yol arkadaşları da var. Nedeni ne olursa olsun, Fillon’un geçmişte etik olmayan bir uygulamadan yararlanmış olması sonuçta kendi hatası. Ama birçok parlamenterin yapageldiği bu uygulamanın neden daha önce değil de şimdi ve sadece Fillon’u hedef alarak gündeme geldiği sorusunun yanıtı ortada. Yargı bürokrasisi belli ki Cumhurbaşkanlığı seçimlerine Fillon ve Le Pen aleyhine müdahale ediyor.
Fillon’un ve mensubu olduğu LR cephesinin günahını bilmiyorum. Yargının üstüne vazife değil tabii ama öteden beri, aşırı Sağcı, yabancı düşmanı ve “İslamophobe” bir parti olarak varlığını sürdüren FN ise, en azından toplumsal barış açısından tehdit oluşturuyor. Her ne kadar baba Jean Marie Le Pen zamanındaki aşırılıktan biraz uzaklaşmış olsa da. Ama istense bugünkü kadar serpilmesi, açılan davalar daha önce sonuçlandırılarak önlenebilirdi. Demek ki FN’in varlığı ve iktidar değil belki ama alternatifi olacak ölçüde serpilmesi, Fransız derin devleti tarafından destekleniyor diye düşünmek de mümkün. Neden mi?
İslam karşıtlığı FN bünyesinde tomurcuklandı ama düşmanlık ölçüsünde olmasa bile bugün artık ılımlı Sağ içinde de mevcut. Batı’nın bugün ABD önderliğinde İslam düşmanlığına dayalı bir politika yürüttüğü göz önüne alınırsa, Fransa da ılımlı bir İslam karşıtı çoğunluğa ihtiyaç duyuyor olabilir. FN’in bu konudaki aşırılığı, bir yandan bu çoğunluğun oluşumuna katkıda bulunurken, öte yandan da ılımlı seçmeni ılımlı Sağ ya da Sol bir aday üzerinde birleşmeye yönlendirebilir.
Görünen o ki bu defa, Marine Le Pen’in Nantes’da dikkat çektiği gibi, seçmeni Macron’a doğru yönlendiren bir kampanya süreci var. FN’in görüşlerini benimsemediğim halde, geçen yazımda belirttiğim gibi, Macron’un önünün açıldığı izlenimini ben de ediniyorum. Fransız bürokrasisi ya da derin devleti siyasi mühendislik yaparak Cumhurbaşkanlığı seçimine müdahale mi ediyor, Le Pen’in “sistem” dediği bu mu bilmiyorum. Ama hem ılımlı Sağ hem ılımlı Sol seçmene hitap eden Macron’un ikinci tura kalmasının, yıpranan ya da yıpratılan Fillon ve Le Pen’e karşı şansını arttırdığını görmemek mümkün değil.