Bir süredir Fransa’daki siyasi gelişmeleri ve özellikle anayasası uyarınca ardı ardına yapılan iki turlu Cumhurbaşkanlığı ve milletvekilliği seçimlerini yazıyorum. Öncelikle Fransa’nın Almanya ile birlikte iki motor üyesinden biri olduğu Avrupa Birliği’nin (AB) geçen Pazartesi günü müzakere sürecine giren Brexit’le bulanıklaşan geleceği bakımından taşıdığı önemden ötürü. Daha açık ifade etmek gerekirse, şansı yüksek olmamakla birlikte ikinci tura kalmayı başaran Ulusal Cephe’nin (FN/ Front National) Cumhurbaşkanı adayı Marine Le Pen seçildiği takdirde, Fransa’nın Birlik’ten ayrılma (Frexit), dolayısıyla AB’nin çökme riski bulunduğu için.
Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde de ardından yapılan genel seçimlerde de korkulan sürpriz olmadı. Anketlerin favorisi sosyal liberal bağımsız aday Emmanuel Macron ve kurduğu çiçeği burnunda parti La République en Marche (LREM) sandıktan zaferle çıkmayı başardı. Kabul etmek gerekir ki bu, Eylül ayında yapılacak Alman genel seçimleri öncesinde AB için olumlu bir gelişmeydi.
Fransa’daki siyasi gelişmeleri ele almamın bir başka nedeni 28 Ekim 1962 referandumuyla benimsemiş olduğu yarı-başkanlığın ve uygulamakta olduğu iki turlu dar bölgeli seçim sisteminin gözlemlemekte olduğumuz demokratik zafiyetini ortaya koymak. Çünkü Fransa gibi AB’nin geleceği bakımından hayati önem taşıyan bir ülkenin Kopenhag siyasi ölçütlerini eksiksiz karşılıyor olması gerekiyor.
Aslında yarı-başkanlık sistemi erkler ayrılığını ayaklar altına aldığı için başlı başına bir sorun. Çünkü Cumhurbaşkanı (yürütme) ve Meclis’in (yasama) aynı çoğunluğa dayanmasına göre kurgulanmış olan bu karma sistem, kurgulandığı gibi işleyebilmesi için bu iki erke yapılacak seçimlerin ardı ardına olmasını öngörüyor. Cumhurbaşkanı’na ayrıca tek taraflı olarak Meclis’i feshetme yetkisi de tanıyor. Bu özellikleriyle yasama ile yürütme arasında keskin bir erkler ayrılığına dayanan başkanlık sisteminden ayrışıyor ve Fransız anayasa hukukçuların deyimiyle “süper yetkili” cumhurbaşkanları (hyper-président) üretiyor. 2002’den itibaren önce Chirac, sonra Sarkozy, ardından Hollande ve nihayet Macron.
Ayrı bir tartışma ama diyeceksiniz ki “Türkiye’de 16 Nisan’da halk oyuyla benimsenen anayasa değişikliği aynı özelliklere sahip olmadığı halde bu argümanlarla eleştirilmedi mi?” Cumhurbaşkanlığı ve milletvekilliği seçimleri aynı çoğunluğa dayanacağı gerekçesiyle aynı zamanda yapılmamalı, böyle demokrasi mi olur denilmedi mi? Evet, hem de bu eleştirilere 2000 yılındaki anayasa değişikliğiyle seçimlerin birbirilerini izleyen bir zaman dilimi içinde yapılmasını benimsemiş olan Fransa’nın ana akım medyası da dâhil oldu. Bu çifte standart, Fransız yarı-başkanlık sisteminin demokratik zafiyetini ortaya koymak için ilave bir gerekçe oluşturuyor kuşkusuz.
Yeni Meclis güzellemeleri
Fransız seçim sistemini ve milli iradenin parlamentoya yansımasındaki çarpıklığı önceki yazılarımda aktarmıştım. Katılımın yüzde 42,6 oranında kaldığı son genel seçimlerin ikinci turunda kullanılan oyların yüzde 49,2, kayıtlı seçmenin 21.3’ünün desteğini alabilen bir siyasi partinin Meclis’te 577 sandalyeden 350’sini (yüzde 60 +) almasını sağlayan bir sistemin temsili niteliğinden söz edilebilir mi? Aynı şekilde kayıtlı seçmenin yüzde 8,8’inin oyunu alan bir başka partinin Meclis’te sadece 8 milletvekilliği kazanmasına yol açan bir sistemin adil olduğu söylenebilir mi? Sosyal demokrat çizgideki dergilerden Le Nouvel Observateur ’ün konuyla ilgili şu başlığındaki (Législatives: peut-on parler de "représentation nationale" avec une telle abstention?) gibi, bu kadar düşük katılımla “milli temsil” söz konusu olabilir mi? (http://tempsreel.nouvelobs.com/politique/legislatives-2017/20170618.OBS0903/legislatives-peut-on-parler-de-representation-nationale-avec-une-telle-abstention.html)
Ne var ki Fransız ana akım medyası katılımın düşüklüğünden yakınmakla birlikte yeni oluşan Milli Meclis’in bazı niteliklerini ön plana çıkararak güzellemeler yapabiliyor. Örneğin Le Monde’un başyazarlarından Gérard Courtois, yazısının başlığına taşınan ifadesinde “yeni Meclis’in siyasi temsil niteliğinin daha önce hiç görülmemiş (olumlu anlamda) olduğunu” (La représentativité politique de la nouvelle Assemblée nationale est inédite) vurgulayabiliyor. Örnek olarak 2012’de Le Pen’in Cumhurbaşkanlığı seçimi ilk turunda yüzde 17 oy aldığı halde Meclis’e 2 milletvekili sokabildiğini ama şimdi 8 sandalye elde ettiğini söyleyebiliyor. Aynı mantıkla 2012’de Meclis’te olmayan radikal Solcu Jean Luc Mélenchon’un Asi Fransa (La France Insoumise) hareketinin 17 milletvekiliyle temsil edilmesini olumlu bir gelişme olarak aktarabiliyor.
Oysa Courtois’nın verdiği yukarıdaki örnekleri, Milli Meclis’te siyasi çeşitliliğin arttığı olumlu bir gelişme olarak değerlendirmek mümkün değil. Bayan Le Pen’in partisi bu defa 2 değil, 8 milletvekili çıkardıysa bu göreceli artış seçim sisteminden kaynaklanmıyor. Le Pen 2012 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ilk turunda yüzde 17 oy aldıysa, bu defa yüzde 21,3 ile ikinci tura kalmıştı. İkinci turda da 10,6 milyon seçmenden oy almıştı. Ulusal Cephe’ye genel seçimlerde bu miktarın çok altında oy gitti belki ama yüzde 8,8 ile parlamentoda yüzde 1,5 oranında bir temsili olumlu görmek nasıl mümkün olabilir?
Fransız ana akım medyası, Yeni Meclis’in altını çizegeldiğim siyasi temsil zafiyetini ikinci plana atarken, diğer niteliklerini öne çıkarıyor. Bir kere, çoğu iktidar partisi LREM mensubu olmakla birlikte tüm siyasi partilerden Milli Meclis’e yeni giren 424, yeniden seçilmiş olan 148 milletvekili var. Bu, yasama organının önemli oranda (yüzde 75) yenilenmesi anlamına geliyor. Seçmenin 5, hatta 6 dönem milletvekili olan eski politikacılardan yaka silktiği dikkate alındığında, bu yenilenme halk nezdinde tatminkâr bir değişim olarak değerlendiriliyor.
Yenilenen Milli Meclis ayrıca eskisine oranla daha genç: yaş ortalaması 54’ten 49’a gerilemiş durumda. Yaş ortalamasının düşmesi esas itibariyle 20’li yaşlardaki milletvekillerinin 4’ten 29’a, 30’lu yaşlardakilerin de 197’den 271’e çıkmasından kaynaklanıyor. Ayrıca 577 milletvekilinden çoğu LREM mensubu olmak üzere 223’ü (yüzde 39) kadın. Bir önceki yasama döneminde parlamentoda 155 kadın milletvekili bulunduğu dikkate alınacak olursa, kadın-erkek eşitliği bakımından bu da son derece olumlu bir gelişme olarak değerlendiriliyor. Ne var ki yeni Meclis’in bu olumlu nitelikleri temsil zafiyetini ortadan kaldırmıyor.
Yeni terörle mücadele yasası ne kadar demokratik?
Fransa’da, bilindiği gibi, 13 Kasım 2015’te 130 sivilin yaşamını yitirdiği Paris’teki çoklu terör saldırılarının ardından ilan edilen ve terör tehdidi öne sürülerek birçok defa uzatılma yoluna gidilen Olağanüstü Hal (état d’urgence) var. Sonuçlarını aktardığım Cumhurbaşkanlığı ve milletvekili seçimleri de Olağanüstü Hal altında yapıldı. Bu gerçeği hatırlatmamın bir nedeni, Batı medyasının Türkiye’de kanıksadığımız terör saldırıları değil, 15 Temmuz darbe girişimi nedeniyle ilan edilen ve birkaç kez uzatılan Olağanüstü Hal’in derhal kaldırılması gerektiği, 16 Nisan referandumunun Olağanüstü Hal altında yapılmasının demokratik ilkelerle bağdaşmayacağı yolunda propaganda yapmış olması. Bu propagandaya Fransız medyası da katılmış, bu arada adını vermeyeceğim bir yazar Fransa’daki Olağanüstü Hal’in Türkiye’deki uygulamadan daha demokratik (!) olduğunu ortaya koymak için bir karşılaştırma yapmıştı.
Fransa’daki Olağanüstü Hal’i hatırlatmamın bir diğer nedeni ve çok daha önemlisi, Philippe hükümetinin hazırlamakta olduğu yeni terörle mücadele yasasının demokratik zafiyeti. Yasa tasarısındaki temel yaklaşım, 1 Kasım’a kadar bir kez daha uzatılacak Olağanüstü Hal’den çıkıldıktan sonra, Olağanüstü Hal rejiminde geçerli olan bazı idari önlemleri normal zamanda da uygulamaya devam etmek. Yargı kararı olmaksızın İçişleri Bakanlığı ve ilgili valiliklerce alınacak söz konusu idari önlemlerin, yeni yasaya Olağanüstü Hal Yasası’ndan (6. Madde) aynen aktarılması öngörülüyor.
İçişleri Bakanı Gérard Collomb yasa tasarısıyla ilgili olarak 21 Haziran’da Le Figaro’ya ayrıntılı bir mülâkat verdi. Başlı başına ayrı bir yazı konusu olduğu için ileride ayrıntılarına girme fırsatı bulacağım bu yasa tasarısı, Fransız demokrasisinin kalitesindeki düşüşün bir başka veçhesini açıkça ortaya koyuyor. Ama sadece bunu değil, Türkiye’ye bu konularda özellikle Fransız medyası tarafından yöneltilen bazı eleştirilerin haksızlığını da. Unutmayalım ki demokrasi öncelikle hayata geçirilen ilkeler bütününe dayanır, başkalarını suçlamak için üretilen boş laflara değil.