2013 Mayıs’ının son gününde başlayıp haziran ayı boyunca devam eden Gezi olaylarının başlangıcına damga vuran enerjiyle, ona sonradan eklemlenen enerjileri ayrı ayrı değerlendirmek gerektiğine inananlardanım. Gezi’de yapılmayan bu ayrım daha sonra politik refleks halini aldı ve iktidara yönelik her eleştirel sesi, üzerinde ‘bozgunculuk, fitne, komplo’ vb. yazan bir çuvala doldurmak moda haline geldi.
Gezi’de başlıca iki sosyoloji devredeydi: Başlangıç günlerine damgasını vuran ve esas dertleri özgürlükçü bir demokrasi olan yeni nesil ile, Gezi’ye sonradan eklemlenen ve demokrasisiz bir laik diktatörlük peşinde koşan ulusalcılık…
Başlangıç günlerinde ‘Gezi ruhu’, kendi ahlaki doğrusunu, toplumsal tahayyülünü ve gündelik yaşam tercihini başkalarına zorla benimsetmek istiyormuş algısını yaratacak kadar çok tekrarlayan ve bunu da son derece nobran, itici, dışlayıcı bir dille yapan Başbakan Erdoğan'a yönelik çok güçlü bir çığlıktı.
Başbakan, ne yazık ki, saygı ve eşitlik talep eden bu itirazın birey temelli, modern ve sivil karakterini algılayamadı.
Benimsediği ataerkil siyaset anlayışı onu inatçı, basiretsiz bir tutuma sevk etti ve neticede bu tutumun yol açtığı kitlesel gösteriler, zaman içinde hükümeti istifaya zorlamaya yönelik bir enerjiyle doldu taştı.
Eylemlerin altıncı gününde (6 Haziran 2013), T24’te kaleme aldığım ‘Ataerkil siyasetin sonu’ başlıklı yazıda, eylemleri Erdoğan’ın ataerkil yönetim tarzına ve diline yönelmiş kendiliğinden, büyük bir itiraz olarak niteledikten sonra Türkiye’nin artık bu ‘tarz’la yönetilemeyeceğini öne sürmüştüm… Erdoğan’ın ve AK Parti’nin önünde iki seçenek vardı: Ya bundan vazgeçilecek ya da Türkiye bir ‘kültürler savaşı’nın arenası haline gelecekti.
Aşağıda, 6 Haziran 2013 tarihli yazımı yeniden yayımlıyorum… Gezi değerlendirmelerimin ve ‘Gezi’den sonra n’olmak ihtimali var’ sorusuna verdiğim cevapların isabetini-isabetsizliğini de siz değerlendireceksiniz.
‘Ataerkil siyasetin sonu’, T24, 6 Haziran 2013
Şimdi yirmi altı yaşında olan kızım üniversitede siyaset okumuştu, siyasetle ilgiliydi fakat bir hafta öncesine kadar, Hrant Dink'i anma yürüyüşleri hariç, hiçbir siyasi-toplumsal eyleme katılmamıştı.
Polisin, Gezi Parkı'nda nöbet tutan ve sayıları 20'yi geçmeyen eylemcilere karşı sabahın 5'inde gerçekleştirdiği seferberliğin ardından bana telefon etti ve “Baba ben galiba bu akşam Taksim'e gideceğim” dedi.
Son haftalarda, Başbakan'ın “halkımı sevdiğim için yapıyorum” dediği yasaların, uygulamaların, bilhassa da bunları savunurken kullandığı buyurgan, nobran tavrın ve dilin onu ‘delirtmekte’ olduğunun farkındaydım. Gezi Parkı hoyratlığı, birçok nesildaşı gibi onun için de ‘bardağı taşıran damla’ olmuştu.
(“Halkımı sevdiğim için yapıyorum” cümlesi, bence, Başbakan'ın ataerkil zihniyetli siyaset anlayışını bütün samimiyeti ve çıplaklığıyla gözler önüne seriyordu.)
Gezi Parkı'nda ortaya çıkan, benzerine daha önce şahit olmadığımız yeni sosyal enerjiyi, eylemi sonraki günlerde çalmaya çalışan ve yer yer de başarılı olan ‘eski Türkiye’ etkisinden bağımsız olarak ele almalıyız.
Taksim'e damgasını vuran gençleri kendilerinden önceki nesillerden (bizlerden) ayıran şey nedir? Bu sorunun üzerinde uzun uzun düşünmeliyiz.
Bu nesil, itaati ve ‘erk’e saygıyı esas alan ataerkil örüntülü aile geleneğinin içinde yetişmemiş ilk nesil…
Yetiştikleri ailelerin içinde daha çocuk yaşlarda onlara fikirleri soruldu, tercihleri dikkate alındı… 1990'lı yıllarda gazetecilerin defalarca işledikleri ‘çocukerkil aileler’ haberleri, aile içinde söz sahibi olan çocukların -tabii ki bir abartı payıyla birlikte- aile içinde ‘erk’i ele geçirdiklerine dairdi…
Bizim kuşağın anneleri ve babaları, yıllarını kâh biribirlerini suçlayarak kâh birlikte vahlanarak, ‘bu çocuğu (çocukları) çok mu tepemize çıkardık acaba’ tartışmalarıyla geçirdiler. Tabii, bizim kuşağın anne-babaları bir yandan da kendi anne-babaları tarafından ‘şımarık bir nesil yetiştirdikleri’ için sürekli bir eleştiriye mâruz kalıyordu. Eh, bir anlamda onların haklı çıktıklarını da söyleyebiliriz tabii!!!
Şimdi Taksim'de olan gençler, itiraz etmenin ya da tercih beyanının ayıp ya da ‘büyüklere saygısızlık’ olduğunu hiç düşünmediler, çünkü öyle yetiştirilmemişlerdi.
Hakan Demir'in şu tweet'i ne kadar çok şey söylüyor:
“Bir gazeteci Başbakan'a soru sordu diye insanlar sevinçten çıldırıyor ve siz bize hâlâ neden direniş başlattığımızı mı soruyorsunuz.”
Kendilerine ait bir odaları vardı; bu mesela bizim neslimizin ancak çok küçük bir parçasına nasip olmuş bir şeydi. O odaya girer, bağımsızlıklarını ilan edebilirlerdi. Duvarlarını istedikleri afişlerle kaplayabilirlerdi.
Aile içinde karşılaştıkları baskı, annelerinin-babalarının çocukluklarında karşılaştıkları baskıyla kıyaslanmayacak kadar azdı. Bizler baskıyı içselleştirmiştik. Aile içinde ‘ata’nın, bizim ‘iyiliğimizi düşünerek’ ve fakat bireyselliklerimizi yok sayarak kullandığı ‘erk’i makul ve normal bulduğumuz için ‘devlet ata’nın benzer erk kullanma pratiklerini de ‘devrimci’ kimliğimize rağmen bir ölçüde normal ve makul karşılıyorduk.
Şehirleşme, modernleşme, zenginleşme ve dünyaya açılma, Türkiye'nin kendisini olduğu gibi ailesini de dönüştürdü. İşin ironisine bakın ki, bu sonuçta, Adalet ve Kalkınma Partisi'nin eski, statükocu Türkiye'yi dönüştürme yolunda attığı adımların belirleyici bir rolü oldu.
Şimdi Başbakan Erdoğan, yeni Türkiye'nin ailelerinde yetişmiş çocukların eski Türkiye'nin ailelerinde yetişmiş çocuklar gibi davranmalarını istiyor… İtaatkâr, büyüklerinin sözünden çıkmayan, büyüklerinin onların iyiliği için yapıp ettiklerini minnetle karşılayan bir nesil…
Tayyip Erdoğan'ın bir ‘diktatör’ olduğu iddiası, benim için siyasi ajitasyondan başka bir anlam taşımaz… Fakat onun, otoriter yansımaları olan ataerkil bir zihniyete sahip olduğunu söylemek hiç yanlış olmaz.
Sinirlilik ve öfke yaratan uygulamalarını ‘halkımı sevdiğim için’ diye savunurken son derece samimi olduğuna inanıyorum. Keza, “bana diktatör diyorlar, ben buna artık ne diyeyim” derken takındığı şaşkın ifadeyi de samimi buluyorum. O, gerçekten de sevdiğini sakınmak için öyle davranıyor… Öyle davranmazsa ‘Hak’ karşısında da ‘kul’ karşısında da görevini yerine getirmemiş gibi hissediyor kendisini.
Fakat problem şurada ki, Türkiye'de artık kendi hayatlarının ‘iyi niyet’le de olsa devlet tarafından düzenlenmesine itiraz eden bir nesil var.
Ataerkil zihniyet sahibi, yönettiklerinin iyiliği için çırpınırken, karşılığında ‘şükran’ duygusu bekler. Bu olmayınca, tam tersine itirazla karşılaşınca da çıldırır. Başbakan'ın böyle bir ruh halinde olduğu muhakkak.
Tabii bunun bir de inanç (din) boyutu var.
1994 Aralık ayında, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Tayyip Erdoğan'a televizyonda sorduğum bir soruya aldığım cevabı hiç unutmadım.
Erdoğan, belediyeye ait bir salonda resim sergisi açan bir ressamın verdiği kokteylde içki sunulmasına izin vermemiş, gerekçesini de “Ben bu şehrin imamıyım aynı zamanda, dolayısıyla İstanbul'da yaşayanların günahlarından da sorumluyum” diye açıklamıştı.
Anlaşılıyor ki, Erdoğan 20 yıl sonra ‘herkesin günahı kendine’ noktasına gelebilmiş değil. Yani halkını yalnız hastalıklardan, kötü alışkanlıklardan değil işleyebilecekleri günahlardan da uzak tutma konusunda bir sorumluluğunun olduğunu düşünüyor.
Bu kadar koyu bir ataerkil koruma duygusunun otoriter sonuçlar üretmemesi mümkün değil.
Fakat bir haftadır yaşadıklarımız gösterdi ki, artık bu duyguyla bu ülkeyi yönetmenin imkânı yok.
Tayyip Erdoğan ya bu duygusuyla mücadele edip onu yenecek ya da yenemese bile duygusunu siyasete karıştırmamayı öğrenecek…
Ya da Türkiye bundan böyle bir ‘kültürler savaşı’ ülkesi haline gelecek.