Türkiye’de iktidar tarafından belirlenen fikir ve tutumlara itiraz etmenin manevi (bazen de maddi) maliyeti hiçbir zaman bu kadar yüksek olmamıştı. İktidarın zikrettiğim fikir ve tutumlarının ‘millî’, geriye kalanın ise topyekûn ve otomatik biçimde ‘gayri millî’ olduğu yönündeki trolleşmiş medya üzerinden kotarılan etkili propaganda bu sonuçta çok önemli bir rol oynuyor.
‘Millî-gayri millî’ ayrımı iktidar bakış açısından gayet işlevsel. Çünkü iktidar, geliştirdiği fikir ve tutumlara karşı ortaya konan eleştirileri ‘gayri millî’ olarak değil de basitçe ‘yanlış’ diye niteleseydi, o eleştirilerin sahiplerini birkaç yıldır yaptığı gibi ‘vatana, millete ihanet’le suçlayamayacaktı; o nedenle iktidarın bu tercihinin, yaratmak istediği siyasi atmosferle son derece uyumlu olduğunu söyleyebiliriz.
Eleştirinin, itirazın sadece ‘radikal’ olanlarına değil, ‘uyumlu’ olanlarına dahi tahammülün olmadığı bir dönemden geçiyoruz. İktidar bir şeye ne diyorsa sen de lafı hiç dolandırmadan aynısını tekrarlayacaksın; ‘gri’ sözlerin sinirleri bozduğu bir dönemdeyiz… İktidarın bir konuda geliştirdiği fikrin, aldığı tutumun esasına itirazı olmadığını söyleyenler bile şayet bundan sonra ‘ama…’ deyip ürkekçe bir-iki eleştiri sıraladıklarında derhal şuculukla, buculukla itham ediliyorlar.
İktidarın ve iktidar medyasının bu dönemdeki mottosunun ‘ya tam uyacaksın ya kahrolacaksın’ olduğu artık iyice ortaya çıkmış durumda. İktidar medyasının ‘bravo’ ve ‘kahrolsun’ arasındaki dar alanda yaptığı şeyin gazetecilik sayılamayacağı, iktidarın mutlak destekçileri tarafından dahi teslim edilmeye başladı. Mesela Abdurrahman Dilipak geçtiğimiz günlerde şöyle yazdı:
“Bakın, basında en büyük kayıp tirajında değil, itibarında. Gazeteler ‘sahibinin sesi’ne döndü ya da ‘parayı verenin çaldığı bir düdük’e dönüştü büyük ölçüde. ‘Troller’den söz ediliyor artık. Övgü ve sövgüden başka bir şey yok bazı gazetelerde. Burada bir yanlış yok mu?” (Akit, 17 Ağustos 2018).
Kriz tartışmasından ‘gayri millî’ damgası yemeden çıkabilmek
‘Gri’ sözlerin ihanetle eş tutulduğu, böyle yapanın şuculukla buculukla suçlanmayı göze almasını gerektiren son tartışmamızın adı, ekonomik kriz tartışması…
Bu tartışmadan ‘gayri millî’ damgası yemeden çıkabilmenin yegâne yolu, krizin bütünüyle dış güçlerin manipülasyonu olduğunu söylemek ve o noktada durmaktan geçiyor.
Sizi bilmem ama, bu ölçüye vurulduğunda benim durumum hiç parlak gözükmüyor. Çünkü ben yaşadığımız krizin fizyolojisinin ‘yerli’, psikolojisinin ‘ithal’ olduğunu düşünüyorum… Yani bana göre, krizin kökeninde tamamen ‘yerli’ politikalar var, fakat o politikalar nedeniyle bir kez başlayan bozulma, rahip Brunson krizi ve benzeri nedenlerle Türkiye’yi cezalandırmak isteyen Amerika Birleşik Devletleri (ABD) için üzerinde sörf yapabileceği bir zemin yarattı ve ABD işte bu zemin üzerinde yürüttüğü psikolojik savaşla krizi daha da derinleştiriyor.
Böyle düşünmemin nedeni, ABD’nin manipülüsyonları olmasaydı da bir borç ve döviz krizi yaşayacağımıza dair birçok iktisatçının savunduğu tezi benim de inandırıcı bulmam… Eski Merkez Bankası Başkanı, şimdinin İyi Parti milletvekili Durmuş Yılmaz’ın dediği gibi:
"ABD ile hiçbir siyasi sorunumuz olmasaydı da bu dalgalanma olacaktı. Çünkü enflasyonumuz ve cari açığımız yüksek. ABD ile bu tür problemler olmasaydı da bunu yaşayıp görecektik. Ama bu diplomatik sıkıntı dalgalanmayı arttırdı." (Yeniçağ, 17 Ağustos).
Yazının bundan sonrasında, rahip Brunson krizi henüz ortada yokken Türk ekonomisinin bir borç ve döviz krizine doğru koşar adım ilerlediğine dair uyarılara kısaca bir göz atacağız. Hiçbir dış manipülasyon parametresinden söz etmeyen, sadece Türk ekonomisinin yapısal özelliklerine işaret eden ve bu yapının kaçınılmaz olarak kriz üreteceğini öne süren uyarılardan da anlaşılabileceği gibi, kriz rahip Brunson olayı yaşanmasaydı da çok büyük bir ihtimalle ortaya çıkacaktı; bugün değilse yarın. Dolayısıyla, yaşadığımız krizi iktidarın ve iktidar medyasının yaptığı gibi salt ‘Amerikan oyunu’ olarak sunmak mümkün değildir. Yani son yıllarda yaşadığımız birçok gelişme gibi bu son krizin gerçek boyutlarını da ancak ‘gri’ sözlerin yardımıyla anlayabiliriz.
Mehmet Şimşek’in uyarısı ve Erdoğan’ın ona tepkisi
Durmuş Yılmaz’dan başlayalım…
Sanmayın ki Durmuş Yılmaz, bugün "ABD ile hiçbir siyasi sorunumuz olmasaydı da bu dalgalanma olacaktı” derken, araba devrildikten sonra yol gösteren çok olur faslından konuşuyor… Hayır, son bir yılda defalarca bu yönde uyarılarda bulundu. Bunların en ses getirenlerinden biri de Yılmaz’ın 11 Haziran 2018’de Bloomberg’e verdiği demeçti:
"Kriz lafını kullanmak istemem fakat bize doğru yaklaşan, ne olduğunu bilmediğimiz bir cisim var."
‘Kriz’ lafını kullanmadan ‘kriz’ uyarısı yapanlardan biri de, bizzat hükümetin ekonomiden sorumlu bakanlarından biri olan Mehmet Şimşek’ti. Pozisyonu gereği ‘kriz’ diyemiyordu ama, Şimşek’in geçtiğimiz mart ayı sonlarındaki sözleri işin uzmanları tarafından ‘kriz uyarısı’ biçiminde telaffuz edildi. Gerçekten de Şimşek sözleriyle, dövizle aşırı borçlanmış reel sektörün borçlarını ödemek için döviz satın almasıyla başlayıp, aşırı talep nedeniyle dövizin fiyatının yükseldiği (yani Türk Lirası’nın değersizleştiği) bir borç ve kur krizini imâ ediyor, “Borç almayın ortak bulun” çağrısı yapıyordu. Şimşek’e göre “Belki yağmur yağacak, belki de fırtına çıkacak”tı. (Hürriyet, 24 Mart 2018).
Mehmet Şimşek’e cevap, Cumhurbaşkanı Erdoğan’dan geldi. Erdoğan, Şimşek’i dış güçlerin oyununa gelmekle suçluyordu:
"Ülkemizin aleyhinde estirilen onca olay oldu. Bütün bu kredi derecelendirme kuruluşlarının ülkemizin aleyhinde nasıl yayınlar yaptığını, Türkiye'ye küresel sermayenin girmemesi için ne gibi gayretler içerisine girdiklerini biliyorsunuz. Hatta bu oyuna gelip aramızdaki bazı arkadaşların, kusura bakmasınlar, ülkemizdeki ekonomik durumun sıkıntılı olduğuna dair açıklamalar yapacak kadar yanlışın içerisine düştüklerini de ve bunu toplantılarda yaptıklarını da duymak bizi üzmüştür. Ortada bu denli büyük bir başarı var. Hala bunlar konuşuluyor. Bir insan kendi ayağına kurşun sıkabilir mi? Bu psikolojik üstünlüğü uluslararası camiaya vermesi gereken arkadaşlarım bu tür yanlışı yaparsa bunun affedilir yanı olamaz.”
Nitekim affedilmedi; hikâyenin devamını hep birlikte yaşadık.
Aslında Ali Babacan’ın Mehmet Şimşek’ten dört yıl önce Türk ekonomisine teşhis koyarken kullandığı cümleler de aynı fasıldandı… Babacan, ihtiyacı kadar döviz üretemeyen ve onu dışarıdan borçlanmak zorunda kalan Türk ekonomisinin verimsizliğini anlatırken hiç kuşkusuz orta vadede patlayacak bir borç ve döviz krizini imâ ediyordu: “Üretmeden çok lüks binalar yapan, taşa toprağa para harcayan bir ekonomi oluyoruz.” (Hürriyet, 3 Eylül 2014).
Özgür Demirtaş 2017’de nasıl uyarmıştı?
Son yıllarda görüşlerine en fazla itibar edilen iktisatçılardan biri olan Prof. Özgür Demirtaş, 2016’nın Aralık ayında 3,45 TL olan ABD Doları bir ay içinde 3,75’e tırmanınca, “Maalesef Dolar büyük bir zıplama gerçekleştirdi, rekor üstüne rekor kırdı, çoğu kişi zor durumda kaldı. Konu hakkında yazacağım” ön notuyla twitter’da bir dizi paylaşımda bulundu.
O günlerde ne iktidar ne de iktidar medyası Türk Lirası’na karşı ABD’den kaynaklanan spekülatif bir ataktan söz ediyordu, fakat işte ABD Doları yine hızla yükselmişti.
Özgür Demirtaş, günümüzdeki artışla kıyaslandığında devede kulak sayılabilecek kurdaki değişimi ele aldığı twitter mesajında, ABD Doları’nın sonraki dönemlerde daha da hızlı yükseleceğini öngörüyordu. Fakat bu öngörüsünü muhtemel bir spekülatif saldırıya değil, Türk ekonomisinin yapısal sorunlarına bağlıyordu:
“Önce durum tespiti yapmak gerek. Çünkü sorunumuz durumun yanlış tespitiyle başlıyor. Problemin ne olduğunu objektif değerlendirmeliyiz. Türkiye'de finans dışı şirketlerin 210 milyar Dolar açığı var. Ek olarak bankalarımız verdikleri kredileri Dolar ve Euro ile dışarıdan alıyor. Ek olarak bizim Türk malı dediğimiz ürünleri bile üretirken ham maddeyi dışarıdan alıyoruz.Yani ihraç ederken bile ithal etmek zorundayız. O yüzden NET ve AÇIK şekilde (ve maalesef) ülkemizin Dolara ihtiyacı var. Dolar bizi ilgilendirmez demek tam anlamı ile hayalperestlik. Türkiye'nin cari açık veren daha bir çok başka ülke gibi Dolara ihtiyacı var. Buna ters cümle söyleyen ekonomi bilimini bilmiyordur. Dolar değerleniyorsa Türkiye'deki miktarı az demektir. Bunu çoğaltmak için Dolar çekmek gerekir. Dolar ise kara kaşa kara göze gelmez.”
Erdoğan’ın Londra seferinde yaşananlar
Kara kaşa kara göze gelmeyen Doları ülkeye çekmek için her şeyden önce ‘piyasa’ denilen mekanizmayı ikna etmek, ülkenin piyasanın ‘doğru’ bildiği doğrultuda yürüdüğünü göstermek gerekiyordu.
Siyasi iktidarın, daha doğrusu Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın mesajları ise başta faiz-enflasyon ilişkisi olmak üzere bu ‘doğru’larla taban tabana zıttı.
Seçimlerden hemen önce Londra’ya gidip piyasa aktörleriyle buluşan Erdoğan’ın, ekonomiye yön veren özerk kurumların işleyişine müdahale etmeyeceği yönünde mesajlar vermesi bekleniyordu. Fakat tam tersi oldu ve seçimlerden sonra ekonominin yönetimini neredeyse tümüyle kendisine bağlayacağı anlamına gelen sözler etti. Seçim sonrasında kurulan ilk Cumhurbaşkanlığı hükümetinde Maliye ve Hazine’den sorumlu bakanlığa damadı Berat Albayrak’ı getirince de bu yöndeki kaygılar iyice arttı.
Seçimlerden sonra beklenen faiz artışı gelmeyince, tam tersine Cumhurbaşkanı Erdoğan ‘faize direnileceğini’ ilan edince kur hızla yükselmeye başladı.
Özgür Demirtaş, bu son kur atağından aylarca önce yazdığı yazılarda, Dolar biraz düşünce döviz borcu batağı içindeki şirketlerin Dolara hücum edip onu yeniden yükselteceğini yazıyordu.
Gelişmeler aynen öyle oldu; Dolar biraz iniyor sonra hızla yeniden yükseliyordu ve bütün bunlar rahip Brunson krizinden önce oluyordu.
Yani rahip Brunson krizi ateşin sadece körüğüydü; ateş ondan önce bizzat ‘yerli’ malzemeler kullanılarak tutuşturulmuştu.
İktidar ve iktidar medyası krizin ‘yerli ve millî’ kaynağını istedikleri kadar gizlemeye çalışsınlar, bu propagandaları ancak yurt içinde, o da bir kesim üzerinde ve o da ancak bir süreliğine mümkün olabilir.