Kısaca “bir düşünce, inanç veya kanaatin serbestçe dile getirilmesi” olarak tanımlanabilecek ifade özgürlüğü kuşkusuz demokratik hukuk devletinin temel direklerinden birini oluşturuyor. Nitekim taraf olduğumuz Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (AİHS) 10. maddesinin ilk cümlesine göre, “herkes görüşlerini açıklama ve anlatım özgürlüğüne sahiptir. Bu hak, kanaat özgürlüğü ile kamu otoritelerinin müdahalesi ve ülke sınırları söz konusu olmaksızın haber veya fikir alma ve verme özgürlüğünü de içerir”.
Bir önceki maddede düzenlenen düşünce özgürlüğünü tamamlayarak, düşüncelerin serbestçe açığa vurulması hakkını güvence altına alan bu maddenin 2. fıkrası bu özgürlüğün sınırlarını da belirliyor. Buna göre, “ (…) bu özgürlükler, demokratik bir toplumda, zorunlu tedbirler niteliğinde olarak, ulusal güvenliğin, toprak bütünlüğünün veya kamu düzeninin sağlanması ve suç işlenmesinin önlenmesi, sağlığın veya ahlakın, başkalarının şöhret ve haklarının korunması veya yargı gücünün otorite ve tarafsızlığının sağlanması için yasayla öngörülen bazı biçim koşullarına, sınırlamalara ve yaptırımlara bağlanabilir.” Bu sınırlamalar her ne kadar geniş tutulmuş gibi görülse de, “zorunlu tedbirler olmak” ve “yasayla düzenlenmek” gibi koşullara bağlı bulunuyor.
Hakaret içeren ifadeler
Burada yazımın konusuyla ilgili olan sınırlama kalın harflerle yazılmış olan “başkalarının şöhret ve haklarının korunması”. Hakaret ve “ başkalarının onur, vakar ve haysiyetini zedeleme amacını taşıyan isnatları” bu kavram içinde değerlendirmek gerekir. Daha açık biçimde dile getirmek gerekirse, ifade özgürlüğünün önündeki önemli sınırlamalardan biri hakaret olup her ülkede suç olarak nitelenmiş ve yaptırımı yasayla düzenlenmiştir. Bunu, hiçbir özgürlüğün başkasının temel özgürlüğünü ortadan kaldırma hakkı bulunmadığı temel fikrinden hareketle doğal karşılamak gerekir.
Ne var ki bir süredir Türkiye’de ana muhalefet partisi lideri ve Meclis ve medyadaki bazı temsilcileri tarafından bu temel ölçüt ayaklar altına alınıyor. Genel başkan Kılıçdaroğlu, bir konudan ötekine hiçbir nedensellik bağı olmadan sıçrayan ve aklı başında kimsenin ciddiye almadığı konuşmalarında Cumhurbaşkanı Erdoğan’a çoğu dava konusu olan hakaretlerde de bulunuyor. Önceki günkü parti grubu toplantısında olduğu gibi, bulunduğu ortamda partililerce dile getirilen hakaretlere de sessiz kalıyor. Muhalefet ciddi fikirlerle, özgün projelerle yapılır, çoğu yanlış, abartılı iddialar ve hakaret niteliğindeki suçlamalarla değil elbette.
Aslında ifade özgürlüğünü sınırlayan hakaret ölçütüne uymayan sadece ana muhalefet partisi değil. Demokratik ülkeler ailesi içinde yer alan ülkelerin medyalarında da bu ölçüte uymayan haber ve ifadeler yer alıyor. Bunu sadece Alman komedyen Böhmermann’ın kimilerince basın ya da ifade özgürlüğü kapsamına girdiği öne sürülen Erdoğan’a yönelik sert hakaret içeren programı için söylemiyorum. Bir süredir birçok “saygın” Batı gazetesinde yalan haberlere dayalı, kimi “hakaret” sınırlarını zorlayan Erdoğan karşıtı makaleler okuyor, bazılarından bu köşemde de söz ediyorum.
Şiddet içeren ifadeler
İfade özgürlüğünü sınırlayan bir başka ölçüt, yeri geldikçe sürekli yinelediğim gibi, şiddetle ilintili olan ya da şiddete övgü içeren söylemlerde bulunmak. AİHS’in 10/2. maddesi,” ulusal güvenliğin, toprak bütünlüğünün veya (…) kamu düzeninin sağlanması ve suç işlenmesinin önlenmesi” gibi çok daha geniş bir sınırlama gerekçesi öngörüyorsa da, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) 1976 tarihli Handyside kararıyla bu sınırlamayı daraltmış, dolayısıyla ifade özgürlüğünün alanını genişletmiş bulunuyor.
Handyside kararının AİHS’in 10/2 maddesiyle ilgili gerekçesi “ifade özgürlüğünün demokratik toplumun vazgeçilmez temel taşlarından birini, bu toplumun ilerlemesinin ve her insanın gelişmesinin temel şartlarından birini oluşturduğu” yönünde. Karar şöyle devam ediyor: “2. fıkra hükmü saklı kalmak kaydıyla ifade özgürlüğü, sadece hoşa giden ya da insanları incitmeyen veya önemsenmeyen ‘bilgi’ ve düşünceler için değil, aynı zamanda devleti veya toplumun herhangi bir kesimini inciten, şok eden veya rahatsız eden bilgi ve düşünceler için de geçerlidir. Demokratik toplumun olmazsa olmaz koşullarını oluşturan, çoğulculuk, hoşgörü ve açık görüşlülük bunu gerektirir.”
Yukarıdaki değerlendirmeden hareketle, söylemde bir ülkenin toprak bütünlüğünü tehlikeye düşüren ifadeler de, şiddet ve teröre, silahlı kalkışmaya imada bulunmuyorsa, ifade özgürlüğü kapsamına giriyor. Bu bağlamda, ifade özgürlüğünün doğal uzantısı örgütlenme özgürlüğü de, şiddet ve silah yoluyla olmamak kaydıyla ayrılıkçı, bağımsızlıkçı siyasi partilerin kurulmasını mümkün kılıyor. Dolayısıyla ayrılıkçı, hatta ayrılıkçı olmayıp Türkiye’de bir dönem “bölücü” olarak değerlendirilen özerklik ya da federalizm yanlısı siyasi partilerin kapatılmasının AİHM tarafından onaylanması söz konusu değil.
Buna karşılık AİHM, geçen yazımda bir defa daha yinelediğim gibi, ayrılıkçı terör örgütü ETA ile organik bağları nedeniyle İspanya Anayasa Mahkemesinin kapatılmasını uygun gördüğü “Herri Batasuna/Euskal Herritarrok/ Batasuna” ile uzantısı parti ve seçim platformlarının yaptığı başvuruyu 2010’da reddetmiş bulunuyor. Bu karar, şiddet ve terörle bağlantının ifade ve örgütlenme özgürlüğünün kapsamında değerlendirilemeyeceğini ortaya koyuyor.
Bu bağlamda, TBMM’de fezlekeleri bulunan milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılmasına ilişkin son anayasa değişikliğini, ifade ve örgütlenme özgürlüğüne karşı bir girişim olarak yorumlamak mümkün değil. Bazı milletvekillerinin şiddeti, terörü ve PKK’yı yücelten sözlerinden ya da PKK ile organik bağlarından ötürü yargılanıp nihayetinde mahkûm edilmeleri de yukarıda dile getirdiğim demokratik ölçütlere aykırı olmayacak.
Bu itibarla ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Mark Toner ‘in yazılı açıklamasında dile getirdiği “ tartışmalı ya da rahatsız edici olsa bile politik içerikli düşünce özgürlüğünün sıkıca korunması gerektiğine inanıyoruz. Bu özellikle bir ülkenin vatandaşları tarafından seçilmiş temsilcilerini içerince özellikle önemlidir” cümlelerinin çok da yerinde olmadığı açık. Bir kere, girişimin ardında milletvekillerinin “politik içerikli” değil, topluma rahatsızlık veren “şiddet içerikli” söylemleri var. Bu konuda mahkemelerin ne karar vereceği bilinmeden bu tür açıklamalarda bulunmanın anlamı yok. Özellikle ABD’nin terör örgütleri listesinde yer alan PKK’nın askeri koluyla Suriye’de ilişkiye girdiği açık biçimde ortadayken.
Bu konuda sadece ABD’den değil, aynı zamanda AB içinden de yanlış tepkilerin geldiği görülüyor. Örneğin dokunulmazlıkların kaldırılması, TBMM’de fezlekesi bulunan bütün milletvekillerini kapsarken, kamuoyuna Kürtlerin partisiymiş gibi etiketlenerek takdim edilen HDP’ye karşı bir girişim olarak sunuluyor. Oysa AK Parti’deki Kürt milletvekillerinin sayısı HDP’dekilerden az değil. Kaldı ki HDP Kürtlerin çoğunluğunu değil PKK’yı temsil ettiğini her vesileyle ortaya koyuyor.
Aslında 90’lı yılları hatırlayan ve o dönemi şiddetle eleştirmiş olan bizler için, bu konuda önemli aşamalar kaydettiğine tanık olduğumuz Türkiye’ye o eski argümanlarla yüklenmek hiç inandırıcı olmuyor. Demokratik ölçütler belli; bunlara uymak sadece Türkiye’nin değil aynı zamanda ABD ve AB ülkelerinin de yükümlülüğü elbette.