Ana SayfaYazarlarHaneke filmlerinde yaşarken...

Haneke filmlerinde yaşarken…

 

Uzun çalışma yıllarından sonra ilk defa acele etmeden istediğimi yapabileceğim uzun vakitlere kavuşmuştum. Her şey aklımdaydı, yavaş yavaş başlamak, yavaş yavaş devam etmek istiyordum. Sevdiğim yazarların okumadığım kitapları, bildiğim ama okumadığım yazarların çok çekici eserleri, sevdiğim yönetmenlerin ya da oyuncuların izlediğim ya da izlemediğim tüm filmleri, uzun seyahatler, sakin mutfak işleri…

 

İlk yaptığım gidip o ana kadar izlememiş olduğum Michael Haneke filmlerini almak oldu. 6-7 yıl önce, bunlar olurken, internetten vs film izlemek daha zordu ya da kişisel olarak bu şekilde bir erişimim henüz yoktu.

 

Herhangi bir külliyata başlarken kronolojik gitme eğilimindeyim. Haneke filmleri mevzuunda da bu kuralı bozmadım ve yönetmenin ilk uzun metrajlı filmi “Yedinci Kıta”yı (Der siebente Kontinent) izlemeye başladım. Bir sonbahar günü öğleden sonra bulutların havayı kararttığı, neredeyse evin içinin bile puslu olduğu bir halde, Avusturyalı ya da belki Orta Avrupalı demeliyiz, orta sınıf sıradan bir ailenin hayatının içindeydim artık.

 

Haneke bu filmi, gazetede okuduğu bir ailecek intihar haberini neredeyse birebir kullanarak yazmış. Georg (baba), Anna (anne) ve küçük kızları Eva. Rutin, tatsız, sıkıcı ve her şeyden çok da kasvetli bir hayat. Hiçbir renge yer yok âdeta.

 

Önceleri, Yedinci Kıtaya yani Avustralya’ya göç etmek ve orada yeni bir hayata başlamak hayallerinin olduğunu sanıyoruz. O karanlık hayatın içinde bir nebze de olsa ferahlık hissediyoruz. Sonra, görüyoruz ki, ya biz bir teselli bulma merakı olan izleyiciler öyle umut ettiğimiz için öyle düşünmüşüz ama aslında böyle bir planları hiç olmamış ya da bu plan önceleri varmış ama sonra vaz geçmişler. Herhangi bir sebebe ihtiyaç duymamışlar, sadece vaz geçmişler işte. Birlikte intiharı tercih etmişler.

 

Ailenin toplu intihar sahneleri başlıyor sonra. Bana göre, sinema tarihinde hiçbir filmde göremeyeceğiniz kadar korkunç sahneler. Detaylar ve hissettirdiği şiddet duygusu hasar verici boyutlarda.

 

Tüm eşyalarını herhangi bir his ifadesi olmaksızın parçalıyorlar. Evdeki her şeyi yakıp yıkıyorlar. Arabalarını satıyorlar, bankadaki paralarını çekiyorlar. Ellerindeki paranın tamamını kıyıp klozete atıyorlar. Böylece geride sahip oldukları hiçbir şeyi bırakmamış oluyorlar.

 

Önce Eva, sonra Anna ölüyor. Georg ölmekte biraz zorlansa da, sonunda o da başarıyor.

 

Film ile ilgili rivayet muhtelif. Kapitalizm eleştirisi, yabancılaşma, inançsızlık, varoluşsal durumlar vs. Bir tahmin de bizzat yönetmenden geliyor: Cannes’da gösterime girmeden önce Haneke iki sahnenin izleyenleri çok rahatsız edeceğini iddia ediyor; akvaryumdaki balığın ölümü ve kıyılmış paraların klozete atılıp sifonun çekilmesi.

 

Gösterim esnasında, bu iki sahneden sadece birinde bazı seyircilerin sinirleri tepelerine çıkıyor ve salonu terk ediyorlar. Evet, tahmin ettiğiniz gibi, paralar kanalizasyona doğru yol alırken.

 

Benim için en fenaları küçük kızın ölümü kabullendiğini anladığımız dayanılması güç sahnelerdi. Aslında filmin tamamı felâketti. Bunun üzerine bir karar aldım: Daha da Haneke filmi izlemeyeceğim. Bu kadar kasveti ve o büyük kasvete sebep olan anlamsızlığı izlemeye mecâlim yok.

 

İnsanın bu derece kapkaranlık bir kasvetten uzak durması gerekir. Bile bile işkence çekmeye gerek yok tabii ki. Felâket ballandırılarak anlatılacak bir şey değil, kahretmenin “estetiği”nden hoşlanmak daha çok hastalık çağrıştırıyor. Ayrıca, umutlu olmak gibi bir borcumuz var sanki. Umutlu olduğumuz sürece, tahammül alanını daraltmak daha mümkün hâle geliyor.

 

Böyle sayıklamalarla Haneke filmlerinden uzak durma ihtiyacımın sebeplerini uzun uzun düşündüm. Beş yıl kadar sonra, Tanıl Bora’nın “Zamanın Kelimeleri” kitabında “Felâket” başlığı altında tamamen başka bir bağlamda söylediklerini okuyunca, rahatsızlığımı biraz daha iyi anladım:

 

“Felâketleri öngörmek ve tetik olmak başka, felâket söylemi, başkadır. Felâket söylemi, kendi göğsünü jiletleyen bir kahriyyedir. Kara mizahın canını çıkartmayı sever, sarkastik tavrı bir zevke çevirmeye yatkındır. Başkalarının değil kendi yakınlarının-dostlarının içini kıyan, ahlakçı bir saldırganlığa kayması kolaydır. Kimi ajitasyon, “uyandırma” maksadıyla yapar bunu; kimi gayri ihtiyarî, çaresizliği “yönetme”, gerilimle baş etme stratejisi olarak meyleder.

 

Karşı taraftan da, habaset ehlinin zevk edindiği tehdit diliyle oraya sürekli kaynak aktardığını unutmayın. “Bunlar iyi günleriniz…” “Göreceksiniz…” Kötülük ve strateji. Kötülüğün stratejisi. Unutmayın, felâket söylemi de bu stratejiye kaynak aktarır.”

 

Sonraki dönemde, ülkemizdeki o ağır dramlarla karşılaştıkça, orada burada olan biten korkunç olayları okudukça hep kaçmaya çalıştığım Haneke filmleri aklıma geldi. Bunlardan bir filmden kaçar gibi kaçma lüksümüz yoktu ama.

 

Birkaç hafta önce İstanbul’da birlikte yaşayan kardeşlerin intiharı ya da birinin diğerlerini öldürüp intihar etmesi, artık bir Haneke filminde yaşadığımız hissini iyice kuvvetlendirdi. Ardından da diğer trajik aile ölümleri geldi. “Aile”, “intihar”, “siyanür” gibi kelimeleri bir arada kullanıp duruyoruz. Elimiz kolumuz bağlanıyor, üzerinde konuşamayacağımız kadar nefesimiz kesiliyor.

 

Bir hafta kadar önce, Twitter’da @abdullahnaci kullanıcısının attığı tweet’e hak vermemek de elde değildi:

 

“İnsanların siyanür içerek intihar ettiği, otistik çocukların okulda protesto edildiği, ıspanak yiyenlerin zehirlendiği, 12 bin yıllık bir tarihin üzerinden dozerlerin geçtiği bir korku filmi izlesem, “amma da abartmışlar” derdim; hepsini bir günde yaşadık. Kusursuz bir distopya.”

 

Hak vermenin yanısıra ben “kusursuz distopya” ifadesine takıldım.

 

Kusursuz distopyamızda bu kadar trajik olay bir günde yaşanabildiği gibi, uzunca bir süreden beri meşgul olduğumuz benzer kötü hadiseler de gittikçe daha korkutucu bir hâl alıyor. Rabia Naz’ın korkunç, Haneke filmlerine rahmet okutacak hikayesi örneğin, bir yanda büyüyerek duruyor, annesiyle babasıyla empati kurmak bile yürek istiyor. Diğer yanda ailevi intihar hikayeleri, ağır ama emin adımlarla hayatımızda giderek daha çok yer alıyor. Türkiye’ye sığınmak zorunda kalanların karşılaştıkları zulümlerden, sığınamayanların hazin ölümlerinden, onlar üzerinden yapılan tehditlerden yeniden bahsetmeye gerek bile yok. Nereye dönüp baksak ne kadar sayılsa eksik kalacak çocuk/kadın/insan cinayetleri/ölümleri…

 

Çözüm ya da iyileşme talep etmek, bunları yüksek sesle ama sakin bir tavırla söylemek dışında yapıcı bir seçenek yok. Farklı birçok konuda, o ilk anda akla gelen önemli adımların atılması aslında hiç de zor görünmüyor.

 

Olan biteni sürekli büyük bir öfke ile karşılamak, felâketler karşısında deliren “çok iyi” insanı oynamak kimsenin yararına değil. Aslında bu öfke yarışı, daha çok “ben-merkezci” dünyaların kendini temize çekme yöntemi olarak görünüyor. Birer öfke makinasına dönüşmüş, ancak öfkelenince kendisini iyi hisseden insanların çözüme katkıda bulunduklarını hiç gördünüz mü?

 

Tanıl Bora’nın daha önce bahsettiğim yazısında yer alan şu ifadeleri felâketler karşısında alınabilecek tavır hakkında önemli bir ipucudur belki de:

 

“… Sonuç elbette önemsiz değil, hiç değil; ama aslolan süreçtir, sürmekte olandır ve tabii değiştirmek için yapılacak olandır.

 

Bitişlere, son beklentisine kilitlenmek, başlangıç yapma kabiliyetini öldürmemeli.

 

 

- Advertisment -