Cizre, Sur, Nusaybin ve son olarak İdil’den gelen görüntüler, birkaç yıldan beri Suriye’de görmeye alıştığımız manzaradan farklı değil. Evsiz kalmış, evleri başlarına yıkılmış ve barınabilecek bir yer bulma umuduyla yollara düşmüş, hattâ Suriyeli mültecilerin arasına karışarak deniz yoluyla Avrupa’ya ulaşmaya çalışan insanlar. Geçenlerde basına bir demeç veren Duran Kalkan bile Cizre için “Ağır bir bilanço oldu. Bu düzeyde saldırı beklemiyorduk; yanılmışız, hata yapmışız” dedi. Ancak buna rağmen, şehirlerimizin harabeye çevrilmesine yol açan hendek ve barikatlardan vazgeçileceği anlamında bir söz sarf etmedi. Ve bizler bu akıl tutulmasının daha ne kadar devam edeceğini, yarın hangi kasaba veya şehre sıçrayacağını bilmiyoruz.
Bir tuzak ve kaybolan umutlar
Olaylar devam edip bizler her gün ölüm haberleriyle sarsılırken, memleket hiç de iyi olmayan bir kavşağa girmekte. Daha düne kadar meselenin barış ve diyalogla çözümünden ümitli olanlar, bugün birer birer ümitsizliğe kapılıyor. Oysa bu yangına biraz su serpmenin bir yolu ve yordamı mutlaka olmalı. Biraz daha yaratıcı düşünüp bu şiddet girdabından çıkmalı; defalarca deneyip de hep aynı sonucu aldığımız yol ve yöntemlerden uzak durmalıyız. Yangına körükle değil, su ile müdahale etmeliyiz. Bilmeliyiz ki kan, hiçbir zaman kan ile değil, eninde sonunda su ile temizlenir.
Türkiye’yi Suriye ile karıştırmak
Kürt hareketini şiddet yoluna iten veya bu yönde telkinde bulunanların Kürtlere ne kadar zarar verdiği, şehirlerimizin virane oluşundan, insanlarımızın içine düştüğü sefalet ve perişanlıktan anlaşılıyor. Kürtler bu şiddet tuzağına düşmemeliydi. Düşünüyorum da, Kürtleri bu tuzağa düşürenler, acaba Türkiye’nin Irak ve Suriye ile aynı olduğunu mu söylediler? Halbuki Türkiye hiçbir zaman ne Irak ve ne de Suriye’ye benzemedi. Hele son yıllarda bu ülkede kat edilen yol, Kürt meselesinin barışçıl yollarla çözülmesinin tüm yol ve kanallarını açmıştı. Ama bir el veya eller, bunu Türk ve Kürtlere çok gördü. Ustalıkla döşenen bir tuzak, yine tüm umutlarımızı uzaklaştırdı, adeta ulaşılmaz kıldı.
Halbuki yol belli ve çok da kolaydı: Kürtler şiddetten uzak durarak, sivil ve demokratik yöntemlerle hak arayışlarını sürdürmeli, bunu yaparken de ülkenin önünü açmalıydılar. Çünkü kırıcı olmayan, sivil ve meşru yollarla kazanılmış her hak ülkeyi güçlendirir, demokrasinin standartlarını yükseltirdi. Bu anlamıyla HDP çok büyük şanstı. İstanbul’da bile üçüncü parti olma imkânını kazanmış bir siyasi hareket, böyle sefil bir konuma düşmemeliydi. Türkiye’nin 81 ilinden 12’sinin belediyesini elinde tutan, 11 ilde yüzde 50’nin üzerinde seçmen desteği olan ve toplamda 6 milyondan fazla oy alan bir parti, Suriye’de uygulanabilecek yol ve yöntemlerin bu ülkede uygulamaya konmasına müsaade etmemeliydi. Şüphesiz daha da acı olan, PKK’nın bu yanlışına karşı halen HDP içinden güçlü ve kararlı bir sesin çıkmamasıdır.
PKK veya YPG’nin Suriye’de soykırım tehdidi altındaki Kürt halkını silahlı güç ile koruması, Ortadoğu realitesinin dayattığı bir durumdur. Kürtler Suriye ve Irak’ta mutlaka öz savunma güçlerine sahip olmalı; bugün dağılma aşamasına girmiş olan bu devletlerde, kendi geleceğini kendileri belirlemelidir. Yıllardır tekrarlayıp dururuz: Artık üniter ve birleşik bir Irak olmayacak, aynı zamanda üniter ve birleşik bir Suriye de olamayacaktır. Bu yönde zorlamalarda bulunan bölgesel ve uluslararası güçler, sadece ve sadece bu ülkelerdeki insani kayıp ve trajediyi daha da derinleştireceklerdir. Suriye Kürdistanı’ndaki 50-60 bin donanımlı silahlı Kürt gücü, yarın gidip kuzu kuzu Başar Esat yönetimine veya onun yerine geçecek birilerinin iktidarına teslim olmaz. Çünkü IŞİD Suriye ve Irak’ta Kürtlere şunu öğretti: ya kendi güvenliğinizi sağlayacak adamakıllı bir yönetime sahip olursunuz, ya da soykırım kaçınılmazdır.
Türkiye, Kürtlerin devleti
Kürtler Suriye ve Irak’ta devletleşmek zorundadır. Ancak Türkiye bu ülkelerle karıştırılmamalıdır. Kürtler Türkiye’de devletin bekasını koruyarak, bu ülkenin eşit statüde vatandaşları olma mücadelesi vermelidir. Unutulmamalıdır ki bu ülkenin göreceği her zararı Kürtler de çekmektedir. Bodrum’a, İstanbul’a, Antalya’ya turistin gelmemesi demek, sadece Türkün değil, Kürtlerin de ekmeğini küçültür. Üstelik Batı’daki sermaye, sadece Türk sermayesi değil Kürt sermayesidir de.
Başbakan Ahmet Davutoğlu, “Türkiye Kürtlerin devletidir” dedi. Bundan daha güzel ve anlamlı ne olabilir? İşte bugün yapılması gereken, temsilde adalet yoluyla bunun altını doldurmaktır. Amerika devriminin yegâne motive edici sloganı şuydu: Taxation without representation is tyranny (temsil edilmeden vergilendirilmek zorbalıktır). Vatandaş olup vergi veren her Kürt, bu ülkenin yönetimine katılacak ve kendi kimliğiyle temsil edilecektir. Vergi ödeyen Kürt bu ülkenin yönetim şekli üzerinde de söz hakkına sahip olacaktır. Ancak öyle, “ben özyönetim ilan ettim” şeklinde olmaz. Her şey usulünce olmalı. Kısacası Kürtler meşru ve sivil yollarla; vurmadan, kırmadan, sağa sola zarar vermeden, bu ülkedeki yönetim şeklinin özerk bölgeler veya federal bir yönetim olması yolunda mücadele edebilir. Üstelik, değil özerklik, bugün federalizm bile iç hukuksal düzenlemelerle olabilecek bir durumdur. Ayrıca, bir ülkede özerk bölgelerin olması ve daha işlevsel bir kalkınma amaçlı bölgeler arası rekabet, çağdaş dünyada teşvik edilmektedir.
Türkiye’deki Kürt nüfusu, şiddet ve terörden uzak durmak kaydıyla, talep ettiği tüm demokratik hakları meşru ve sivil siyaset yoluyla elde edebilecek bir potansiyele sahiptir. Üstelik Kürtlerin özgürlüğü, Türklerin de özgürlük alanlarını hem genişletir, hem ekmeğini daha da büyütür. Türkiye asla Irak ve Suriye olmamalı, çünkü bundan en büyük zararı Kürtler çeker.
Hükümet de fezleke hatâsına düşmemeli
Son olarak Duran Kalkan’ın “hata yaptık” dedikten sonra aynı hatadan ısrarı, öte yandan hükümetin de HDP’lileri Meclisten atmaktan söz etmesi, 1994’teki hataya tekrar dönme arzuları ve aynı yanlışın tekrar edilmesindeki umursamazlıklar, aklıma şu hikâyeyi getirdi: Azerbaycan’da, adamın biri kendisine sıfır model bir Mercedes alır, keyifle arabasına biner ve ana caddeye çıkar. İlk kırmızı ışıkta durduğunda, Azerilerin Ciguli dedikleri, bizim Serçe tarzı kırık dökük bir araba gelip arkadan güm diye sıfır Mercedes’e vurur. Mercedes’in sahibi hınçla dışarı çıkar. Ancak henüz o inmeden, Ciguli’nin şoförü iner ve yalvarmaya başlar: “Abi kurban olayım, elini ayağını öperim. Abi bağışla.” Dökük arabaya ve şoförüne bakan zengin adam, naçar arabasına biner ve yola koyulur. Bir sonraki kırmızı ışıkta, Ciguli tekrar arkadan Mercedes’e vurur. Adam bu kez daha kızmış olarak arabadan iner, ancak Ciguli’nin sahibi bu kez üç kat yalvarıp kendisini acındırır. Mercedes’in sahibi, boynu bükük yine arabasına biner. Ancak bir sonraki ışıkta, Ciguli yine arkadan vurur. Adam tam inecekken Ciguli’nin sahibi arkadan bağırır: “Abi menem! Men!” der.
Bu bir nevi “umursamama” tesellisidir. Ancak durum “umursamama” boyutunu çoktan aştı. Dilerim artık hatalarımızdan döner ve acılarımızı daha da büyütmeyiz. Umarım hükümet de HDP’li vekilleri Meclisten atma gibi bir yol kazası yapmaz. Asıl şimdi hükümetin Kürt meselesinde ciddi reformlar yapma zamanı değil mi? Örneğin hükümet, beş yıllık bir zaman zarfında kademeli bir şekilde ana dilde eğitimi hayata geçiremez mi? Evet, bu devlet Kürtlerin devleti; ancak Kürtler ana dilde eğitim konusunda Suriyeli mülteciler kadar bile şanslı değil. Suriyeli mültecilerin şu anda bu ülkede 500 civarında okulu var ve 100 binin üzerindeki Suriyeli çocuk bu okullarda Arapça eğitimi almakta. Peki, Rojavalı Kürtlerin de, mülteci statüsünde bile olsalar, bu ülkede kendi ana dillerinde eğitim veren bir okula sahip olmaları sağlanamaz mı?