Hepimiz gündelik hayatlarımızdan biliriz: Bizi aşırı ölçüde öfkelendiren sorunlara, bizim de kabul ettiğimiz meşruiyet dairesinin içinden bir çözüm üretemediğimizde benliğimizi ağır bir çaresizlik duygusu sarar.
Kazancının bir bölümüne tehditle el koyan mafyatik bir örgüte karşı defalarca baş vurduğu yasal girişimlerden hiçbir sonuç alamamış bir işadamını düşünün… O artık öfkesinin üstüne çaresizlik de binmiş bir kişidir ve önünde iki yol vardır: Ya yasal yolları daha etkili sonuç alacak biçimde yeniden zorlamak ya da haraççılarının baskısından yasal çerçevenin dışında çözümlerle kurtulmaya çalışmak (Mesela para karşılığında bir başka mafya grubunu devreye sokmak).
Çeşitli siyasi akımlardan muhaliflerin yazdıklarını okudukça, aklıma ister istemez, örnekteki işadamı gibi öfke ve çaresizliğin girdabındaki insanların muhtemel davranış biçimleri geliyor. Hatta dahası: Onların artık öfkelerini meşruiyet sınırları içinde kalarak dindiremeyeceklerine inanmaya başladıkları da geliyor aklıma. Kimse bunu bu netlikte söylemiyor tabii, fakat satır aralarından bunu sezmemek mümkün değil.
Umut-umutsuzluk gelgitini umutsuzluk kazanmış görünüyor
Beni takip eden okurlar hatırlayacaktır; “nihilizme varan bir umutsuzluk”tan kaynaklandığını düşündüğüm bu ruh hali üzerine, henüz ‘embriyo’ halindeyken, 2008-2009 civarında yazmaya başlamıştım. Bu ruh halinin ilk sürümleri, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AK Parti) bir ‘konjonktür partisi’ olmadığının anlaşıldığı ve yakın gelecekte seçimlerle yenilemeye(bile)ceğinin hissedilmeye başlandığı o tarihlerde ortaya çıkmıştı. Bu hissiyat bir süre gitmeli-gelmeli bir seyir izledi; kâh umutsuzluk öne geçti kâh “bu sefer olacak” duygusu… AK Parti’nin yüzde 38’e düştüğü 2009 yerel seçimleri ve parlamentoda ilk kez çoğunluk sayısına ulaşamadığı Haziran 2015 seçimleri umudu öne çıkaran tarihlerdi. Fakat umudun zirvesi sayılabilecek Haziran 2015 seçimlerinden beş ay sonra gelen yüzde 50’lik AK Parti zaferi, bir umuda bir umutsuzluğa evrilen bu gelmeli-gitmeli süreci durdurmuş, muhaliflerin seçim umudunu söndürmüş görünüyor. 2008-2009’dan beri her seçimden sonra yeniden gözden geçirdiğim muhalif ruh haline ilişkin son değerlendirmemde, “Galiba muhalefet 14 yıldır ilk kez (en azından girilecek ilk seçimde) AK Parti’nin iktidardan uzaklaştırılamayacağını kabullenmiş görünüyor” diye yazmıştım. (“Yüzde 50’nin nihilizme varan umutsuzluğu”, Serbestiyet, 9 Mart 2016).
‘Kabul edeceksin, yenildik’
Cengiz Çandar’ın, gazeteciliği bırakma kararı almasından sonra T24’ten Hazal Özvarış’a verdiği uzun söyleşideki şu sözleri, anlatmaya çalıştığım seçimlere dair ruh halinin kristalize olmuş bir örneğini teşkil ediyor:
“1 Kasım seçim sonucuyla, seçimlere kadar içinde benim de didiştiğim alanda yenilgiye uğradık. Kabul edeceksin, yenildik. Bu olmamış gibi davranmanın bir manası yoktu. Daha önce 2011-2012, özellikle 2013-2014’ten sonra ve 2015 boyunca yazdığımız, kafamızda ürettiğimiz hemen her şey denize akan dereler gibi 2015 seçimine doğru akıyordu. Çabalarımızın, kendi açımızdan 7 Haziran’da çok sevindirici bir sonuçla noktalandığını sandık. Gelgelelim, arkasına birkaç yılı alan ve sonraki yılları belirleyecek olan süreç, 7 Haziran’da değil, 1 Kasım’da noktalandı. O noktadan itibaren son 3-4 yıldır yapmakta olduğum işleri, aynı şekilde yapmaya devam etmemin, bence, bir manası kalmamıştı; yazıların muhatabı da, zemini de yoktu.”
Akla hitap etmeye çalışan üç muhalif yazar
Toplumun yarısının, çaresinin olmadığını düşündüğü bir umutsuzluk içinde yaşamasının kimse için iyi olmadığına inanıyorum (iktidar ve destekçileri dahil); bunu, istisnasız bütün ‘nihilizm’ yazılarımda özellikle vurguladım. O nedenle, muhalif kesim içinde umutsuzluğu reddeden ve demokratik meşruiyet içinde çare önermeye, üretmeye çalışan yazarların uyarılarının önemli olduğunu düşünüyorum. Zaten bu konuya bir kez daha dönmemin nedeni, son haftalarda bu çerçevede okuduğum üç yazı: Bu yazılar sırasıyla Levent Gültekin, Nuray Mert ve Tarhan Erdem tarafından kaleme alındı.
Yazının bundan sonrasında üç yazarın yaklaşımlarını ve uyarılarını özetlemeye çalışacağım.
Çaresizlik duygusunun bir tezahürü: Mucize beklentisi
Çaresizlik hissiyatı meşruiyet dışı arayışlara, önü arkası hesaplanmamış bir sertliğe, 'feda' duygusuna yol açabileceği gibi pasifliğe de yol açabilir. Hatta bazen, tıpkı çareyi falda-sihirde arayan bireyler gibi mucizelerde arayan toplumlar da görülebilir; pasiflik bu kadar ileri boyutlarda dahi tezahür edebilir.
Levent Gültekin Türkiye’de muhalif kesimin yer yer gerçeklerden kopup “mucizelere inanma” noktasına geldiğini söylüyor:
“(…) Yazarlar, gazeteciler, aydınlar, akademisyenler, muhalefet partileri… genel olarak muhalif çevrelerde şöyle bir hava var: Bir mucize olacak, Erdoğan’ın planları sekteye uğrayacak ve Türkiye bu kötü gidişattan kurtulacak.
Erdoğan zaten vahim hatalar yapıyor. Hükümetin kifayetsizliği, kusurları ortada. Bunlar sır değil. Fakat elle tutulur bir alternatif yok. Bu da sır değil.
“Seçmen tercihlerinin değişmesini sağlayacak hiçbir şey yapmazken bu havayı yayanlar ülkeye büyük bir kötülük yapıyor.”
Gültekin, bunları ‘yayanların’ yapmadıklarını da şöyle anlatıyor:
“Cesaret gösterip risk almıyorlar. Strateji kuramıyorlar. Slogan atmaktan, kınamaktan, beylik laflarla süslenmiş yazılar üzerinden meydan okumaktan başka bir şey yapamıyorlar.”
Gültekin, muhalifliğin “üzüm yemek”ten çok “bağcıyı dövmek” olarak algılandığını, bunun da iktidara yaradığı kanısında:
“’Türkiye yıkılacak Erdoğan da altında kalacak.’ Bunu mu diyorsunuz? Bir yol bulalım da ülke daha fazla zarar görmeden bu gidişatı durduralım diye uğraşmıyor muyuz? Esas meselemiz bu değil mi? Toparlanmayacak hale geldikten sonra veyahut bizi 50 yıl geriye götürdükten sonra Erdoğan gitse ne olur, kalsa ne olur?
“(…) Gösterdikleri tepkilerin bir işe yarayıp yaramadığına, bir sonuç getirip getirmediğine pek bakmıyorlar. Strateji kurmaya, akılla mesafe kat etmeye pek alışkın değiller. Böyle bir kültürleri yok. Hatta bu dili, üslubu ayarlanmamış tepkiselliğin, karşı tarafı daha da kenetlediğini umursamıyorlar.” (“Mucize bekleyen yorgun demokratlar”, Diken.com.tr, 30 Mart).
‘Berbat iktidar, berbat muhalefet’
Nuray Mert de “Berbat iktidar, berbat muhalefet” başlıklı yazısında, iktidara yönelik sert eleştirilerinin ardından “yeter ki yıkılsın, sonra da ne olursa olsun”cu muhalefet çizgisiyle sorunlarını ortaya koyuyor:
“(…) Türkiye’nin uluslararası planda daha fazla dışlanmasının çıkış yolu olmak bir yana, mevcut iktidarı daha uç noktalara iteceğini kavramak gerek. Bugüne kadar liderleri, başkanları ‘diktatör’ ilan edilen hangi ülke selamete çıktı? Bu ülkelerin sonlarının ne olduğunu görüyoruz. Doğru, böylesi bir gidişten en çok iktidarda olanların kaygılanması gerekiyor, ama iş onunla kalmıyor, böyle durumlarda iktidar ile birlikte tüm ülke çöküyor; ‘anahtar teslim demokrasi’ diye bir şey yok.
“Hal böyle diye, ‘İyi kötü bu iktidara ses etmeyelim, beterin beteri var’ demiyorum. Tam tersine, ciddi bir demokrasi mücadelesi vermeden, sadece iktidarın zayıflamasına bel bağlayarak gidilecek yol, tehlikeli bir gidiş diyorum.” (Cumhuriyet, 4 Nisan).
Tarhan Erdem’in Perihan Mağden’e cevabı
Bu fasıldan son olarak Tarhan Erdem’in “Bu dördüncü bunalım yaşadığım; hiç şüphem yok bunu da halk kazanacak” başlıklı yazısından söz edeceğim.
Erdem, Perihan Mağden’in “demokrasi ödevi”ni “yapmayan, terlemeyen, bunalmayan, fedakârca ve cesaretle sokaklara dökülmeyen, hiçbir ders almayan” milletlerin “hak ettikleri şekilde yönetildiklerini” savunduğu yazısına cevap verirken, seçimlere ve halka güvenmek gerektiğini vurguluyordu:
“Söz konusu halk 55 milyon yetişkindir. Bunların hepsinin sokağa dökülmesi beklenemez; buna ihtiyaç da yoktur.
“(…) Sürece halkın bütününün katılması diye bir şey olamaz; siyaseti o hayatın içine girenler ve içindekiler ortaya koyar; halk bir biçimde hangi tarafı desteklediğini gösterir; sonuçta hareketi halk başlatır, sürdürür; başarı ya da başarısızlık simgesi siyaset adamı ve kurumlardır, gerçekte başarı halkındır!
“Bu süreci hayatımda üç kez yaşadım; bu dördüncüsü! Her defasında, rejim değişikliği oldu olacak diye yüreğim ağzıma geldi! Sonuçta halk kazandı; hiç şüphem yok, bu kez de halk kazanacak.” (T24, 5 Nisan).
Muhalif ruhlarını iktidara karşı duydukları öfke ile doyuran, bununla yetinen, fakat aynı nedenle halkın ‘duyabileceği’ bir ses üretemeyen çevrelerin ihtiyacı, işte böyle yazılar. Fakat sanırım böyle yazılar ‘yürek soğutmaya’ yetmiyor ve o nedenle de hak ettikleri ilgiyi göremiyorlar.