Bazı gazeteciler, yazdıkları haberleri cazip kılmak için biraz abartılı başlıklar kullanmayı bir hak sayarlar ve bu tercihlerini meşrulaştırmak için de yaptıkları işin adına “haberi okutacak başlık atmak” derler.
Ben o gazetecilerden değilim ama, itiraf edeyim ki bu yazının başlığında onlarınkine benzer bir “abartı hakkı”nı ben de kullandım.
Tabii ki yukarıda okuduğunuz başlıkla, 16 yıl önce Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer tarafından veto edilen bir kararnamenin, aynıyla fakat bu defa Davutoğlu hükümetinin imzasıyla yürürlüğe sokulduğunu iddia etmiyorum. “Düz” bir okumadan böyle bir anlam çıkar ama, dediğim gibi başlık bir abartı içeriyor… Peki, başlığı “abartı”sından sıyırırsak geriye ne kalır ya da nasıl bir kararnameyle karşı karşıyayız?
Mesele şu: 2000 yılında kamu personeliyle ilgili olarak Başbakan Bülent Ecevit tarafından yayımlanan, fakat Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in insan haklarına ve hukuka aykırı bulup reddettiği bir kararnamenin ruh ikizi niteliğindeki yeni bir kamu personeli kararnamesi bu defa “genelge” başlığıyla ve Başbakan Davutoğlu’nun imzasıyla 17 Şubat 2016 tarihli Resmî Gazete’de yayımlandı. Arada tek bir fark var: 16 yıl önceki kararname “irticaya destek veren” kamu personelinin “yetkili amirler” marifetiyle ayıklanmasını hedefliyordu, yeni genelge ise “terörist örgütlere destek veren” kamu personelinin ayıklanmasını… Yine “yetkili amirler” marifetiyle…
Genelgenin içeriği
Tam adı, “Milli Güvenliği Tehdit Eden Örgüt ve Yapılarla İrtibatlı Kamu Çalışanları Hakkında Genelge…”
Muhtevaya gelince…
Genelge, “Milli Güvenliği Tehdit Eden Örgüt ve Yapılarla İrtibatlı Kamu Çalışanları”nın a) tespit edilmesini, b) haklarında idari işlem yapılmasını ve c) onların suç teşkil eden fiillerinin adlî mercîlere bildirilmesini hükme bağlıyor. Genelgede bütün bu işlemlerin sorumluluğu “yetkili amirler”e veriliyor. Onların, haklarında idari işlem yapmaları ve adli mercilere bildirmeleri gereken kamu personeli ise şöyle tanımlanıyor:
a) Terör örgütleri veya legal görünüm altında illegal faaliyet yürüten yapılarla ilişki kuran(lar) veya eylem birliği içerisinde olan(lar),
b) Bu örgüt ve yapıların emir ve talimatlarıyla hareket eden(ler), yardım eden(ler),
c) Kamu imkân ve kaynaklarını (bu örgütler lehine) kullanan(lar) veya kullandıran(lar),
d) Bu örgüt ve yapılarla mücadeleyi engelleyerek propagandasını yapan(lar).
Burada yazılanların her birinin zaten çok sayıda yasa maddesiyle müeyyideye bağlandığı düşünüldüğünde, genelgenin amirlere yüklediği asıl fonksiyon kendiliğinden çıkıyor ortaya: Anlıyoruz ki, burada önemli olan, amirlerin kendilerinden kuşku duydukları kamu çalışanlarını “adli mercilere” ihbar etmeleri değil, işi uzatmadan onlar hakkında “idari işlem” yapmalarıdır.
Tarhan Erdem, bu genelgenin yol açacağı muhtemel sonuçları şöyle özetlemişti son yazısında (Radikal, 22 Şubat):
“(…) Tanımlanan fiillere benzetilmesinden korkularak, yurttaşların toplumsal bütün eylemlere katılmasının önüne geçmek istenmektedir.
“Genelge, yurttaşı ihbarcılığa teşvik etmektedir. Her olay, her görüşme ‘terör’ diye ihbar edilebilecektir artık. Daha önemlisi, yasalarımız her eylemin ve her olayın ‘terör’ olarak tanımlanmasına zaten müsaittir, hatta olur olmaz fiiller ‘terör’ olarak tanımlansın diye muğlak, anlaşılmaz yazılmıştır. Bu genelgeden sonra, hangi toplumsal fiilin ‘terör’ sayılamayacağını kim nasıl ayıracaktır?
“Başbakanlık bütün amirleri nelere teşvik ettiğinin farkında mıdır acaba? Bu genelge amirleri, memurlarının her hareketini ‘terör’ olarak anlamaya, sorumluluktan kurtulmak için idari tedbir almaya veya suç diye yargıya ihbar etmeye zorlamaktadır.”
Genelge, yasal meşruiyetini on yıllardır tekrarlanan aynı “sınırlama ilkesi”nden alıyor:
“Anayasal haklardan hiçbiri (…) devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmayı ve insan haklarına dayanan hukuk devletini ortadan kaldırmayı amaçlayan faaliyetler biçiminde kullanılamaz.”
2000’deki kararname: Bugünkünün ruh ikizi
Yaşı müsait olanların, genelgedeki “yetkili amirler”e verilen görevlere bakıp da bir dejavu duygusuna kapılmamaları mümkün değil. Çünkü, Bülent Ecevit’in kurduğu üçlü koalisyon hükümeti de (Demokratik Sol Parti, Anavatan Partisi, Milliyetçi Hareket Partisi), 2000 yılının yaz aylarında benzer bir kararname çıkarmıştı. O kararnamenin ruhu da lafzı da bugünkü genelgenin ikiziydi. Tek fark, 2000’deki kararnamenin, 28 Şubat kararları içinde yer alan “irticai faaliyetlere katıldığı saptananların memuriyetten çıkarılmasını” kolaylaştıran hükümler içermesiydi.
Bir fark daha var: Bugünkü genelgenin hiçbir engele takılmadan hükmünü icra edeceği neredeyse kesin. Oysa 2000’deki kararname, zamanın cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer tarafından veto edildi ve uygulanamadı. Sezer, aynı içeriğin kanun haline getirilmiş biçimini de veto etti, hükümet daha fazla direnmedi.
Şimdi size çok tuhaf gelebilir Sezer’in bu tasarrufu ve direnci… Keza örgütlenme ve ifade özgürlükleri açısından çok kötü sonuçlar doğuracak benzer iki teşebbüsten 2000 Türkiyesi’nde gerçekleşenin engellenmesi, fakat 2016 Türkiye’sinde gerçekleşenin büyük bir ihtimalle engellenemeyecek olmasındaki çelişki de hüzün verici.
Yazının bundan sonraki bölümünde 2000’deki teşebbüsün nasıl engellendiğini, merkez medyanın Sezer’i tutumundan vazgeçirmek için neleri göze aldığını hatırlatacağım. Sanırım sözünü ettiğim karşılaştırma o zaman daha da anlamlı hale gelecek.
Medya, talebin ‘komutanlardan geldiğini’ hatırlatıyor
Sezer cumhurbaşkanı seçildikten hemen sonra, üçlü koalisyon tarafından hazırlanan, kamuoyunda “irtica kararnamesi” olarak bilinen bir kararnameyle karşı karşıya kaldı. Kararname, 28 Şubat kararlarından biri olan “devletteki irticacı kadroları ayıklamak” amacıyla çıkartılmıştı ve bu sorumluluk “yetkili amirler”e bırakılıyordu.
Çankaya’dan, Cumhurbaşkanı Sezer’in kararnameyi veto edebileceği yönünde bilgiler gelmeye başlayınca, medyada Sezer’e karşı büyük bir kampanya örgütlendi.
Hiç şaşırmayın; Sezer o zamanlar, talep 28 Şubatçı askerlerden gelse de, birilerine birilerinin kaderini tamamen sübjektif kriterlerle karartma yetkisi veren böyle bir kararnameyi hukuk anlayışına da vicdanına da sığdıramayacak biriydi.
Gerçekten de hazırlanan kanun hükmünde kararname, tanımladığı, “Yıkıcı veya bölücü eylem ve faaliyetlerde bulunmak; Cumhuriyet’in niteliklerinden herhangi birisini değiştirmeye veya ortadan kaldırmaya yönelik eylem ve faaliyetlerde bulunmak; Cumhuriyet’in niteliklerine aykırı eylem ve faaliyetlerde bulunmak” gibi suçlarla devlet memurları arasında cadı avı başlatmaya aday bir kararnameydi. Kararnameyi iade etmemesi için cumhurbaşkanına karşı başlatılan kampanya çok sert oldu. Talebin “komutanlardan” geldiği hatırlatıldı, kararnamenin onaylanmaması halinde “rejimin kendi kendini korumasının çok güç olacağı” tezi sık sık hatırlatıldı.
Sezer’in kararını 6 Ağustos’ta açıklayacağı duyurulmuştu; aynı günkü Hürriyet, kararından önce Sezer’e son bir uyarıda bulunmak üzere tasarlanmıştı: Gazetenin başyazarı Oktay Ekşi, kararnameyi imzalamaması durumunda Cumhurbaşkanı’nın “devleti kendi içindeki hainlerden kurtarma operasyonunu engellemiş olacağını” öne süren bir başyazı kaleme aldı.
Ne var ki bunların hiçbiri etkili olmadı; Cumhurbaşkanı Sezer 6 ağustosta kararnameyi iade etti.
Ekşi, vetonun ardından benzer değerlendirmelerini sürdürdü. “Yargıç Cumhurbaşkanı” başlıklı yazısında, “sağlam bir hukuk mantığının müstahkem mevkiine sığınan” Sezer’i “siyasetçi” olmaya, hukuk açısından değil rejim açısından düşünmeye çağırdı:
“Sayın Cumhurbaşkanı’nın önüne gelen konuları değerlendirirken ‘iyi bir hukukçu ve yargıç’ duyarlılığıyla hareket etmesi, kabul edelim ki hepimiz için güvencedir. Ancak bir yargıç Cumhurbaşkanı olunca, hâlâ yargıçlığına devam ederse, bu tür sıkıntılar kaçınılmaz olur.”
‘Komutanlar hükümetten yana…’
O sıralar “irtica”ya karşı Hürriyet’le aynı cephede yer alan Sabah, 24 Ağustos’ta kampanyaya dahil oldu. Bu tavır değişikliğinin nedeni, bir gün önce yapılan Milli Güvenlik Kurulu (MGK) toplantısını izleyen ve “komutanlar”ın kararnamenin çıkmasını istediği biçiminde yorumlanan sonuç bildirgesiydi. Gazete o gün “Komutanlar hükümetten yana” manşetiyle çıktı. İki “gündem” sayfasının manşetleri de amaç doğrultusunda düzenlenmişti: “Komutanlar krize ivedi el koydu” ve “Ecevit sitem etti: İrticacı memurların bilinmesine karşın bu düzenlemeye karşı çıkılmasını hayretle karşılıyorum.”
‘Sezer’e New York’ta altı bin dolarlık otel’
Hükümet, “komutanlar”ın isteği doğrultusunda “kararname”den “kanun”a dönüp onun hazırlıklarını yaparken, merkez medya da Sezer’i topa tutmaya devam ediyordu.
Hürriyet, 1 Eylül 2000 tarihli sayısında “Sezer’e New York’ta 6 bin dolarlık otel” başlıklı bir birinci sayfa haberiyle çıkageldi. “ABD’nin en prestijli oteli The Pierre”in “Grand Suite” sınıfı dairelerinden birinin iç görüntüsü, fotoğrafın kenarına ustalıkla iliştirilmiş Ahmet Necdet Sezer fotoğrafı, altında, yukarıda okuduğunuz başlık. Mesaj, haberin spotuna yedirilmişti: “Evren, Özal ve Demirel’in kaldıkları diğer otellerden daha lüks ve pahalı otelde…”
Ne var ki bunlar da yetmedi. Sezer, kanunu da veto etti ve ondan sonra konu bir daha gündeme gelmedi.
Çok şey söyleyen tekerrür
Aradan 16 yıl geçti, Sezer’in hukuk dışı bulup reddettiği kararname, genelge kılığında ve “irtica” kelimesi yerine “terör” kelimesi konularak yine karşımızda…
Kanaatimce bu tekerrür çok şey söylüyor. Hele ki, birincinin engellendiğini, ikincinin engellenmeyeceğini düşündüğümüzde…