Ana SayfaYazarlarİç politika nerede tıkanıyor?

İç politika nerede tıkanıyor?

 

Genelde uzmanlık alanlarımda ve dünya gündemindeki konularda yazmayı yeğliyorum. Bu tercihim iç siyaset arenasına göz atmamı ve bazı konularda düşüncelerimi aktarmayı doğal olarak engellemiyor. Nitekim bir dönem İspanya’nın anayasal sistemi ve ayrılıkçı terörle mücadele modeli ile karşılaştırmalı olarak demokratikleşme, demokratik açılım ve Çözüm Süreci üzerine de yazdım. Ayrılıkçı Bask terör örgütünün 20 Ekim 2011’de tek yanlı silah bırakmasının ardından başlayan Çözüm Süreci’nin sonunda PKK’nın, eli kana bulaşmamış militanlarına siyaset hakkı tanınması karşılığında, ETA’nın yolundan gitmesini umuyorduk. Ne var ki PKK bu süreci, mimarlarına tutarsız bahanelerle cephe alarak, çöpe attı.

 

Gerçi ETA da birkaç kez barış süreçlerini bozmuş, kanlı eylemlerine dönmüş, nihayetinde tek taraflı silah bırakmak zorunda kalmıştı. Ama Pentagon ETA’ya, NATO müttefiki İspanya’yı kuşatan bağımsız bir devlet vaat etmemiş, militanlarını “müttefik” mertebesine çıkarmamış, ağır silahlarla donatmamıştı. O bakımdan Washington’un pozitif ayrımcılık yaptığı bir terör örgütü olarak PKK ile ETA’yı karşılaştırmanın anlamı da yeni bir demokratik çözüm süreci denemenin de imkânı kalmadı.

 

Aslında Çözüm Süreci başarıyla sonuçlanabilse, HDP’nin terör örgütüyle ilintisi kalmayacak, özerkliği, federasyonu, hatta Türkiye’den ayrılmayı dahi savunma hakkı olacaktı. Bu önemli bir demokratik kazanım olurdu. Selefi DTP’nin kapatılması kararında Anayasa Mahkemesi “şiddet ve terör ile organik bağ” dışında, AİHM’nin konuyla ilgili içtihadına (Handyside v. U.K) aykırı olarak, Anayasanın 68 ve 69. maddelerindeki siyasi hususlara da değinmişti. Bu kararı bu nedenle eleştirmiştim. Ne var ki HDP, parti kapatmanın güçleştirildiği bir ortamda Çözüm Süreci’ni çöpe atan PKK ile birlikte hareket etti. Kapatılmaması AİHM içtihadına uygun oldu ama terörle aralarına gereken mesafeyi koymamaları nedeniyle birçok mensubu tutuklu yargılanıyor. Pentagon’un ağır silahlarıyla donatılan PKK üzerinden ABD ile ilintisi de partiyi iç politika sınırlarının çok ötesine taşırıyor.        

 

Bir dönem CHP hakkında da yazmış, gerçek bir sosyal demokrat partiye dönüşmesi için neler yapması gerektiğini, Avrupa sosyal demokrat ve sosyalist partilerini örnek göstererek ortaya koymaya çalışmıştım. Aradan geçen zaman içinde ana muhalefet partisinin izleyegeldiği politikalara bakıldığında, bu dönüşümün imkansızlığı görülüyor. Çünkü Kılıçdaroğlu’nun Genel Başkan olmasının ardından nevrotik bir “takıntı” (obsession) üzerinden siyaset yapıyor.   

 

Takıntılar üzerinden siyaset yapmak, değil sosyal demokrat, hiçbir siyasi partiye yakışmıyor Partinin kemik seçmeninin nedense hoşuna gidiyor ama “Erdoğan gitsin, Türkiye ne olursa olsun” yaklaşımı, yakın coğrafyamızdaki gelişmelerin ışığında ülke çıkarlarına uygun, ciddi bir politika değil. Arkasında ABD’nin bulunduğu açıkça görülen 15 Temmuz kalkışmasının ardından hiç değil. Değil çünkü temel argümanları üç dört yıldır Amerikan ana akım medyası ve Avrupa’daki “saygın” uzantılarının Erdoğan takıntısı üzerinden Türkiye hakkında yaptığı dezenformasyon temelli yayınlarla birebir örtüşen bu politika kafalarda soru işaretlerine yol açıyor.

 

Kabul etmek gerekir ki CHP’nin “Erdoğan takıntısı” Türkiye’nin ulusal çıkarlarını en azından gözetmeyen ABD başta olmak üzere bazı NATO müttefiklerimizin bölge politikalarının ortak paydası. Bu takıntının, oy vermiş olalım, olmayalım, Türkiye’nin seçtiği Cumhurbaşkanı’nın alaşağı edilmesini hedeflemiş olan 15 Temmuz’a yol açtığı belli. Bu hedefin hâlâ geçerliliğini koruduğu, Çözüm Süreci’ni çöpe atmış bir terör örgütünün ağır silahlarla donatılmasından ve ülkelerine kaçmış darbecilere kol kanat gerilmesinden anlaşılıyor.

 

İç siyaset arenasına girmememin asıl nedeni de bu. CHP’nin başını çektiği muhalefet ile ABD ve bazı NATO müttefiklerimizin ortak paydası “Erdoğan takıntısı” olduğuna göre, iç politika yazmanın, “devirmeci” muhalefeti eleştirmenin hiç anlamı yok. Türkiye’nin ulusal çıkarları öncelendiğinde, hangi siyasi kadroyu tercih ettiğimizden çok, Türkiye’yi XXI. yüzyılda kanlı bir askeri darbenin eşiğine kadar getiren ABD ve bazı NATO müttefiklerimize sandıkta karşı çıkarak, bu ülkeyi kimin yöneteceğine öncelikle halkının karar vereceğini göstermek önem taşıyor.

 

Aslında iktidarların devrilmesi için dışarıdan yapılan müdahalelerin başarı şansı yüksek değil. Bu müdahaleler özellikle, ABD ve bazı NATO müttefiklerimiz gibi, darbe ve teröre destek verilerek göstere, göstere yapıldığında. Halkın direnişiyle püskürtülen 15 Temmuz’dan sonra bu tür müdahalelerin artık Türkiye’de ters tepeceği son derece açık ama görünen o ki Erdoğan takıntısı, ayrı tartışma konuları olan ABD’de Zarrab davası komedisi, içeride CHP’nin sahte belge operasyonu ile hâlâ devam ediyor.

 

Washington, terör örgütünü ağır silahlarla donatmak suretiyle Türkiye gibi bir müttefikini uluslararası arenada Rusya ve İran’la yan yana getirmeyi başardı. Öyle sanıyorum ki hâlâ sürdürdüğü gözlemlenen bu devirmeci tutumuyla 2019’da Erdoğan’ın ve AK Parti’nin sandık zaferinin altına imza atmayı da başaracak. ABD eski alışkanlıkları nedeniyle iç politikamızda temel aktör olmaya devam ettiğini düşünüyor olabilir ama bu gidişle bir kez daha kaybetmesi kaçınılmaz görünüyor.         

 

 

 

- Advertisment -