Ana SayfaYazarlarİran tek kurşun atmadan Irak’ı aldı

İran tek kurşun atmadan Irak’ı aldı

 

1514 yılındaki Çaldıran yenilgisinden sonra Şah İsmail, Kutsal Roma İmparatoru Şarlken’e (Charles Quint, Beşinci Charles/Şarl) bir mektup yollayarak “Avrupalı güçler Osmanlı’ya karşı birleşeceklerine kendi aralarında kavga ediyor” uyarısında bulundu. Ancak şahın uyarısı dikkate alınmadı. Daha sonra, 1529’da mektuba cevap yazıldığında, artık İsmail beş yıl önce hayata veda etmiş bulunuyordu. Şarlken ve etrafındakiler, Osmanlı’nın batıya doğru genişlemesini umursamasalar da, imparatorluğun büyükelçisi olarak İstanbul’da bulunan Busbeck’e göre, Avrupa’yı Osmanlı işgalinden kurtaran İran’dı. Eğer İran Osmanlı’yı uğraştırmasaydı, Avrupa’da zafer kaçınılmazdı. İran’a rağmen Osmanlı ordusu 1526 yılının Ağustos ayında Mohaç muharebesinde Ortaçağ Macar krallığını ağır bir yenilgiye uğratarak, 1529 yılındaki birinci Viyana kuşatmasının kapılarını araladı.

 

Osmanlı’nın batıya doğru ilerlemesini İran engelledi

 

1577-1590, 1603-1611, birkaç yıl sonra 1617-1618 ve 1622-1639’da tekrar tekrar Osmanlı-İran savaşları patlak verdi. Bu savaşlarda İranlılar kesin zafer değilse de önemli başarılar elde etti. En önemlisi de, doğuda İran ile yaşanan mücadele imparatorluğu zayıf düşürdü ve Osmanlı’nın 1606’da Avusturya ile bir barış antlaşması imzalamasını zorunlu kıldı. Tarihte Zitvatorok antlaşması adıyla yer bulan bu barışın birkaç önemli özelliği bulunmakta. Birincisi, bundan önceki bütün antlaşmalar Osmanlı tarafından dikte edilip İstanbul’da imzalanırken, bu antlaşma Tuna nehri üzerinde, tarafsız bölgede yer alan bir adada imzalandı. İkincisi, bu antlaşmayla Avusturya arşidükü,  Osmanlı padişahının mevkidaşı sayıldı ve “padişah/eşdeğeri” kabul edildi. Oysa bu döneme kadar Avrupalı liderler Osmanlı padişahlarından daha alt bir seviye sayılan “bey” ünvanıyla anılıyordu. Bu arada Osmanlı-İran savaşları 1723-1727 ve 1821-1823 yıllarında da sürüp gitti.

 

Şimdi, başta sitemizin yazarlarından Halil Berktay’ın ve diğer tarihçilerimizin affına sığınarak naçizane bir tespitte bulunmak istiyorum:  Kanımca İran, Osmanlı’nın batıya doğru ilerlemesini Batılı güçlerden daha çok engellemiştir. Çünkü Osmanlı batıya doğru ilerlerken, İran hep arkadan saldırmıştır. Nitekim Osmanlı aynı anda hem İran, hem de Batı ile savaşıp galip gelemezdi. 

 

İran tek bir kurşun atmadan Irak’ı aldı

 

Aslında Osmanlı-İran rekabeti bugün bile devam etmekte. Geçmişte bu rekabet sıcak savaşlara dönüşürken, bugün her iki güç de daha çok “vekâlet savaşları” yoluyla,  doğrudan sıcak çatışmaya girmeden egemenlik alanlarını koruma ve genişletme mücadelesi veriyor.  Ancak son dönemde,  özellikle İkinci Körfez Savaşı ve Arap Baharı sonrasında İran, son derece başarılı stratejik hamlelerle, egemenlik alanını belki de tarihin hiçbir döneminde görülmediği kadar genişletti. Şöyle ki, 1980-1988 yılları arasında Irak ile kanlı bir savaş yaşayan İran, Irak’tan tek bir karış toprak bile kopartamadı. Ancak daha sonraki süreçte, tek bir kurşun atmadan Irak’ı ve Arap Baharı’nın Suriye’ye sıçramasıyla da Suriye’yi ele geçirdi. Son birkaç yıldır ısrarla şu gerçeğin altını çizmekteyim: Artık Şam ve Bağdat, İran’ın birer satraplığına (valiliğine)  dönüşmüş bulunmakta.

 

Bunlar, İran’ın en önemli stratejik hedefine ulaşması yolunda büyük başarılar olarak görülebilir, lakin yeterli değil. Çünkü İran, bir Şii Hilali stratejisiyle Ortadoğu’nun enerji kaynakları üzerinde ciddi anlamda söz sahibi olmak istiyor. Aslında İran bu büyük oyunda, şimdiden kendince çok önemli bir ortak da bulmuş durumda. O ortağın da Rusya olduğu açık. Rusya Asya’daki enerji güzergâhını, İran’ın Şii Hilali üzerinden Akdeniz ile buluşturduğunda, hem İran, hem de Rusya bir taşla iki kuş vurmuş olacak.

 

Türkiye bu stratejik oyunun kazananı olabilirdi

 

İran’ın mutlu sona ulaşmasında, Kürtler ve Kürdistan coğrafyası mihenk taşı niteliğinde. Son dönemde İran’ın Kerkük üzerine yeni tezgâhlar kurması ve Şengal’i Irak Kürdistan’ından koparıp PKK vasıtasıyla Irak’a bağlamaya çalışması, Türkiye’nin de dikkatinden kaçmış olamaz.  Doğrusu,  Ortadoğu’daki güç dengesinin yeniden kurulmasında İran ile karşılaştırıldığında Türkiye’nin çok daha önemli avantajları bulunmaktaydı. Ancak Türkiye, barış sürecinin bozulmasıyla ve 15 Temmuz darbesi gibi vahim bir girişimle bu “oyunun” dışında tutulmaya çalışıldı. Oysa Türkiye, bin yıldır kader ortağı olduğu Kürtlerle, bu stratejik oyunun en büyük kazananı olabilirdi. Nasıl İran tek kurşun atmadan Bağdat ve Şam’ı kendine “bağlayabildiyse,” Türkiye de Rojava’daki oluşumun hamiliğini yapabilirdi. Bunun için yapılması gereken yegâne şey, Irak Kürtleri meselesinde olduğu gibi Suriye’de de Kürtlerin kendi kendilerini yönetme iradesine rıza göstermekti.

 

Bugün Kürtlerin üzerinde meskûn olduğu Rojava veya Kuzey Suriye, aslında Anadolu ve tarihi Kürt coğrafyasının bir parçası ve devamı niteliğindedir. Bilindiği gibi Arap aşiretleri tarih boyunca, özellikle Antep, Urfa ve Mardin hattı üzerinden bölgeye sızmaya çalışmış, ancak Osmanlı devleti hiçbir dönemde buna müsaade etmemiştir. Kısacası Osmanlı devleti, Anadolu ve Kürdistan coğrafyasını Kafkaslar ve Balkanlardan gelen Müslüman göç hareketlerine açık tutmuş, ancak nedense Arapların buralara girmesine engel olmuştur.  Osmanlı, Arap coğrafyasında yer alan Mekke ve Medine gibi kutsal kentlere pek çok yatırım yapmasına karşılık, yine de Arap nüfusun kuzeye doğru yayılmasını engellemiştir. Hattâ 1890’larda kurulan Hamidiye alaylarının bir görevi de Arap nüfusun Anadolu’ya doğru genişlemesinin önüne geçmektir. Hamidiye alayları komutanı Millî İbrahim Paşa (Kürtler Birahîm Paşayê Millî der) Arap aşiretleriyle çatışma içine girdiğinde, Osmanlı ordusu toplarıyla kendisini desteklemiştir.

 

Osmanlı’da olduğu gibi bugün de, Türkiye Kürtlerle kazançlı çıkar

 

25 Nisan’daki hava saldırılarıyla Türkiye, bir kez daha Kuzey Suriye’deki oluşuma müsaade etmeyeceğini söyledi. Türkiye’nin ABD’yi Suriye ve Irak’taki hava operasyonlarından 52 dakika önce haberdar ettiği yazılmakta.  Buna karşılık ABD’nin, IŞİD karşıtı mücadelede son üç yıldan beri sahada “müttefik” olarak gördüğü PYD’yi operasyondan haberdar edip etmediğini bilmiyoruz. Ancak PYD, Rakka operasyonunu erteleyip güçlerini sınıra kaydırma kararı aldığında, ABD zırhlı güçleri sınırda tampon bir bölge oluşturarak olası diğer çatışmaların önüne geçti.  Benzer bir davranışın daha önce Menbiç’te de sergilendiğine tanık olduk. Bu arada TV’lere yansıyan en ilginç görüntü,  bölge halkının ABD güçlerini zılgıtlarla karşılamasıydı.

 

Türkiye’nin Rojava’daki PYD güçlerini havadan vurma ve (ilk operasyonda da görüldüğü gibi) ağır zayiata uğratma kapasitesi var. Belki de ABD, PYD’nin ağır zarar görmesi için bilerek kendilerini operasyondan haberdar etmedi. Ancak bu operasyonlar sık sık tekrarlandığında,  tıpkı Irak’ta olduğu gibi Kuzey Suriye’nin de BM tarafından uçuşa yasak bölge ilan edilmesi gündeme gelecektir. Irak’ta 5000, Rojava’da 1000 askeriyle IŞİD karşıtı koalisyona öncülük eden ABD’nin bölgeye yönelik hesapları her zaman olacaktır. Bir kere ABD, dünya petrollerinin yüzde 65’nin yer aldığı Ortadoğu’daki enerji güzergâhlarının Rusya-İran denetimine geçmesine asla müsaade edemez.

 

Türkiye’nin Ortadoğu’daki bu büyük oyunda büyük oynamasının yolu, Osmanlı döneminde olduğu gibi, bütün engellemelere rağmen Kürt-Türk ittifakını hayata geçirmesine bağlı. Üstelik bu büyük oyunda, iki blok arasında bağımsız kalmak da mümkün görünmemekte. Türkiye, ya Rusya, İran ve Esad blokuna yakın durur, ya da ABD’nin başını çektiği Batı blokunda yerini alır. Çünkü bölgedeki oyun,  aslında rakip iki güç arasında değil, daha çok rakip iki blok arasında yaşanıyor.

 

- Advertisment -
Önceki İçerik
Sonraki İçerik