Ana SayfaYazarlarKader ortak; çıkarlar ayrı mı?

Kader ortak; çıkarlar ayrı mı?

Kürt meselesini tartışıp konuşurken, cevabını vermemiz gereken bir soru var:  Kaderleri ortak iki halkın, çıkarları da ortak olmaz mı? Bu soru benim kafamı ciddi anlamda kurcalamış bulunuyor ve kanımca bu soruya vereceğimiz cevap, Türkiye’deki barış süreci açısından da oldukça önem arz etmekte. Eğer gerçekten Türk ve Kürt halklarının kader birliğine inanıyorsak, o zaman başta barış meselesi olmak üzere çözemeyeceğimiz hiçbir konu olmayacaktır.

 

Neden çözüm yolundan saptık

 

Acaba, kendi mecrasında akıp giden ve yaklaşık üç yıl gibi bir zaman zarfında şiddet üretmeyen Kürt meselesi, neden birden bire şiddet dönemine girdi? Neden her gün şiddet haberleriyle irkiliyor ve dökülen her damla kanda, biraz daha barış ortamından uzaklaşıyoruz? Oysa bu yol, bu şiddet güzergâhı son otuz yılımızı rehin almamış mıydı? Her şey bir yana, hepimiz bu yolun bir daha denenmemesi gereken bir yol olduğunu öğrenemedik mi? Öyleyse neden dönüp, asla çözüm getirmeyeceğine inandığımız bir yola saptık?

 

Sahi, biz barışa inanmamış mıydık? Üç yıl gibi bir zamanda, sadece barış oyunu mu oynadık? Kanın dökülmediği, insanımızın derin bir nefes aldığı ve ekonomimizin çok ciddi anlamda bir gelişme sağladığı bu barış ortamını sürdürmek mümkün değil miydi?  Ne oldu da, kırk kere deneyip aynı sonucu aldığımız yola döndük?

 

Suriye krizi ve farklı barış algımız

 

Galiba bizler barıştan farklı şeyler anlamışız.  Belki hepimiz barış diyorduk, ancak farklı farklı barışlar arayışında imişiz. Peki, bunu nasıl anladık? Maalesef Suriye meselesi, barış algılarımızdaki farklılıkların yüzeye vurup ortaya çıkmasında ayırdedici bir rol oynadı. Sayın Davutoğlu’nun “komşularla sıfır problem” yaklaşımı, eğer altı iyi doldurulabilseydi, dış politikada bir devrim yaratabilirdi; hattâ Irak Kürdistanı ile yarattı bile. Ancak nedense “komşularla sıfır problem” politikası Suriye’de iyi işletilemedi; bir baktık ki, dibimizdeki komşuda çıkan yangın bizim eve de sıçramış.  Yangını söndürmeye çalışırken, bizler de birden bire bu yangının farklı tarafları olup çıkmışız.

 

Suriye’deki yangın meselesinde iki zıt kutupta yer alınca, barışı kurban ettik. Oysa ortak bir tavır geliştirilebilseydi, hem barış davası kurtarılmış olur, hem de Suriye’deki yangının söndürülmesinde büyük bir yarar sağlanırdı.  Ancak hem hükümet, hem örgüt yanlış yaptı.  Önce hükümetin yanlışından başlayalım. Suriye krizi patlak verdiğinde, Türkiye daha ilk günden itibaren Suriye Kürtlerini Özgür Suriye Ordusunun (ÖSO) bir yedek gücü olarak sürece dahil etmeye çalıştı. Kürtler ÖSO ile çalışmaya hazırlardı; ancak bir talepleri vardı: Tasavvur edilen yeni Suriye’de,  Kürt halkının özgürlüğü ve ulusal haklarının güvence altına alınması. Fakat ÖSO hiçbir zaman bunu kabul etmedi. ÖSO yetkililerine göre, bu şu anda söz konusu edilmemesi gereken bir talepti ve kaldı ki Suriye bir Arap toprağı idi. Buradaki Kürt varlığı vatan ve toprak ile ilişkilendirilmemeliydi. ÖSO, Kürt hakları meselesinde, Esat yönetiminden daha “cömert” davranmayacağını her fırsatta dile getirmişti. Kürtler ne ettiyse, kendi kimlikleriyle ÖSO’da bir yer bulamadılar.  Hemen her fırsatta Kürtler için iki tercih bırakılıyordu: Ya Esat ile hareket etme, ya da ÖSO’nun adsız ve unvansız yedek gücü olma.

 

Kürtler üçüncü yolu tercih edince

 

Ancak Kürtler, Suriye krizinde üçüncü bir yolun da olabileceğini pratikleriyle gösterdiler. Bu yol ne Esat ve ne de ÖSO ile hareket etmeden, kendi yolunda ilerlemekti. Kaldı ki Suriye meselesinde akıl yürüten, strateji geliştirmeye çalışan herkes şu çıplak gerçeği kolaylıkla görebilirdi: Kürtler hangi taraftan yana tavır geliştirse, kısaca hangi tarafı tutarsa, o kazanacaktı. İşte Kürtler, her iki taraftan da umutlu bir işbirliği işareti görmeyince, kendi üçüncü yollarında yürüdüler. Bu üçüncü yol, savaşın yenişemezlik temelinde uzun yıllar devam etmesine yol açsa da, en azından bir soykırıma tabi tutulmadan, önemli bir aktör olarak sahada varlıklarını sürdürmelerine yardımcı oldu.  Bu noktada şunu da belirtmekte fayda var: Demokrasi kültürünün olmadığı Suriye’de, Kürtlerin bir tarafı tutması, güçlü olan tarafın diğer tarafı soykırıma tabi tutmasına da yol açabilirdi.  Sakın söylediklerimizden, Kürtler bu insani kıyımın sebebi şeklinde yorumlanmasın, çünkü Kürtler hep kurbandı. Kürtlerin bu üçüncü yolu, milyonlarca insanın Suriye’de kalıp, Türkiye gibi ülkelerde mülteci olmasının da önüne geçmiştir. Buna en güzel örnek, bugün yaklaşık bir milyon Arabın Cezire Kantonuna sığınmış olmasıdır.

 

İşte Türkiye’nin, ta başından beri Suriye Kürtlerini ÖSO çatısı altında hareket etmeye zorlaması ve ÖSO’nun da Kürt hakları konusunda şoven bir politikada ısrar etmesi, Türkiye’deki barış süreci açısından önemli bir kırılma noktası meydana getirdi. ÖSO sürecinin başarısız olması ve ardında Kürtlerin kantonal yönetimler ilân etmesi, Türkiye’yi hepten görmek istemediği bir durumla karşı karşıya bıraktı. Oysa AKP’den önce Türkiye, daha önce Irak Kürdistanı meselesinde benzer bir sorunla karşılaşmış ve berbat bir sınav vermişti. Acı olan, daha sonra Irak Kürdistanı meselesindeki bu yanlışı düzelten AK Parti hükümetinin, Suriye deneyiminde eski Türkiye’nin yanlışına düşmesiydi. AK Parti hükümetinin eski devlet refleksleriyle hareket etmesi, birdenbire tampon bölgeden ve kırmızı çizgilerden söz etmeye başlaması, barış sürecini sürdüren taraflar arasında giderek bir güven sorunu yaratacaktı.

 

IŞİD barışa dinamit koydu

 

Şüphesiz bu karşılıklı güvensizliğin derinleşmesinde en büyük rolü, IŞİD üstlendi. Barış sürecini işlevsiz kılıp Kürtler ve Türkleri karşı karşıya getirerek kendisine alan kazanmak isteyen IŞİD, bu yolda, belki de hiçbir zaman tahmin edemeyeceği bir başarı elde etti. Kobani saldırısıyla cinayetlerini Suruç’un arka mahallesine kadar taşıyan bu caniler örgütü, barış sürecini sürdüren taraflar arasındaki güveni, tam anlamıyla güvensizliğe dönüştürebildi. Bugün kimi yazarlar, IŞİD’in Ankara katliamını neden üstlenmediği meselesini anlamadıklarını söylüyor ve yazıyorlar. IŞİD’in bu katliamlardaki temel amacı barış sürecini vurmak; Türk ve Kürt halklarını karşı karşıya getirmektir. Cani örgüt katliamı üstlendiğinde, Kürt ve Türk halklarının daha da kenetleşmesine yol açarak, barışa hizmet etmiş olur. Neden böyle bir “iyilik” etsin ki?

 

Şüphesiz örgütün de çok önemli bir yanlışı, nerdeyse her durumda devleti adeta IŞİD ile özdeş tutması oldu. IŞİD’in bu cinayetleri üstlenmemesinde,  örgütün yanlış politikalarının da bir payı var.  Kobani meselesinde devleti IŞİD’in destekçisi olarak ilan etmesi ve ardından vuku bulan 6-7 Ekim olayları, süreci “yönetilebilir” olmaktan çıkarttı. Elbette devleti IŞİD gibi cani bir örgütün destekçisi olarak görmek hatalıydı. Ancak devletin de, Suruç’un arka mahallesi niteliğindeki Kobani’de, IŞİD’in bir soykırım işlemesine seyirci kalmaması gerekirdi.  Bir kere bütün Kürtlere şuna inanıyor: Eğer devlet, IŞİD’e, “ben gözümün önünde bu cinayete müsaade etmeyeceğim” deseydi, IŞİD Kobani’ye saldırma cesaretini bulamazdı. Kürtlerin inandığı başka bir şey daha var: Eğer Kobani bir Kürt kenti değil de Türkmen kenti olsaydı, IŞİD asla saldırma cesareti bulmazdı. Böyle bir durumda Türkiye, IŞİD’i en sert şekilde cezalandırırdı. Devlet, sadece etnik bakımdan Türk olan ve kendisini Türk olarak gören kesimlerin değil,  bu ülke nüfusunun en az üçte birini teşkil Kürtlerin de devleti olduğunu Kobani’de gösterebilirdi. Kürtlerle böyle bir dayanışmanın barışa nasıl bir ivme katacağını, Türkiye’yi nasıl farklı kılacağını anlatmaya gerek yok.   Kısacası barışın bozulmasında, Suriye politikası önemli oranda rol oynadı, belki de en önemli sebep oldu.

 

Ortak kaderin ortak çıkar ile örtüşmesi

 

Peki,  bütün bunlar neden böyle oldu? Çünkü barış sürecinin mimarları, kaderleri ortak iki halkın çıkarlarının da ortak olabileceğini, hattâ zorunlu olarak ortak olması gerektiğini tam anlamıyla idrak edemediler.  Piyasa diliyle söylersek: Bütün paraların ortak bir hesapta tutulması gerekirken, herkes önceliği şahsi hesaba verdi. Oysa Kürtlerin Suriye’de elde edeceği her hak ve hattâ devletleşmeleri, Türkiye’nin lehine idi. Nasıl ki bir zamanlar tehdit unsuru olarak görülen Irak Kürtleri bugün Türkiye’nin en iyi müttefikleri ise, Suriye Kürtleri de benzer bir yoldan ilerleyeceklerdi. Suriye Kürtlerinin Türkiye ile ilişkileri Irak Kürtlerinden daha ileri bir düzeye de çıkabilirdi.  Çünkü en azından İran gibi bir komşuları yoktu.

 

Kısacası bütün mesele şu: Türkiye bu yüz yılda, Kürtlerin de güneşin altında bir tarlaya sahip olmasına hazır mı, değil mi? Türkiye, güneşin altında bir tarla sahibi olan Kürt ile mi barış yapacak, yoksa bu barış, amiyane deyimle “efendi ve köle arasındaki” barış mı olacak. Çünkü biliyoruz ki barış eşitler arasında yapılır. Eşitler arasındaki bir barışta, Türkiye Kürdün toprağının Araplara geçmesine müsaade etmez; çünkü o topraklar Türk ve Kürt halklarına aittir. Amasya Protokolünü hatırlayalım, İsmet İnönü’nün Lozan’da sarf ettiği “biz Türkler ve Kürtler” sözünü hatırlayalım. Kaderleri ortak olan iki halkın, eşitlik temelinde bir barışta buluşmaları umuduyla; ne olur bu umudumuzu yitirmeyelim.

 

- Advertisment -