Serbestiyet’te, medyada üretilen haber ve yorumlardan yola çıkarak kaleme alacağım yazılarda zaman zaman iyi gazetecilik örneklerine de yer vereceğim.
Bu fasıldan ilk örnek, Star gazetesinin iki yazarının, Halime Kökçe ve Fadime Özkan’ın geçen hafta üç gün boyunca gazetelerinde yayımladıkları “Diyarbakır notları” olacak.
İki yazarın Diyarbakır’da sıradan insanlar ve kanaat önderleri ile yaptıkları kısa söyleşiler, bir kez daha Kürt sorununun özünde kimlik sorunundan kaynaklanan bir pikolojik sorun olduğunu gözler önüne seriyor.
“Diyarbakır Notları”nın gazetecilik açısından değeri ise şurada: İki yazar, gazetelerinin standart okurlarının hoşlarına gitmeyebilecek görüşlere de aracılık etmişler ve belki de bu tedirginlikle, neden böyle bir gazeteciliğe imza attıklarını söyleyerek başlıyorlar sunumlarına:
“Sadece hoşumuza giden şöyleri dinlemekten vazgeçmeliyiz, bir kere de filtresiz dinleyebilmeliyiz insanları.”
Gazetelerin, muhalifiyle muvâfıkıyla, anlamak ve aktarmaktan ziyade okurlarının ezberlerini tazeleme, zihin konforlarını koruma, yüreklerini soğutma gibi görevlerle donandıkları bir konjonktürde, aykırı görüşleri “filtresiz dinleyebilme” çağrısı sizce de kıymetli bir çağrı değil mi?
Halime Kökçe, yazı dizisine sunuş mahiyetindeki makalesinde, bütün söyleşilerden çıkan anlamı şöyle özetlemişti kendi köşesinde:
“Türkiye Türkmen’in, Laz’ın, Çerkez’in ne kadar devletiyse Kürtlerin de o kadar devletidir. (…) Bunu en derinden hissetmeden bir arpa boyu yol almak mümkün değil. Bütün hakları garanti altına alsanız da ezilmiş bir halkın psikolojisini dikkate almadığınızda o haklar kaynaşmanıza değil hasımlaşmamıza zemin olabilir.”
Özünde psikolojik bir sorun
“Diyarbakır Notları”nın, “Kürtlerin gönlünü almak hiç zor değil” başlıklı üçüncü bölümünden, Diyarbakırlı bir esnafın, Kürt sorununun özünde psikolojik bir sorun olduğunu ortaya koyan şu cümlelerini de aktarayım:
“7 Haziran’dan önce Diyarbakır’da bomba patladı. Kimin patlattığı önemli değil. Diyelim ki PKK patlattı. Beni temsil eden Cumhurbaşkanım neden bana acınızı paylaşıyorum demedi? Ben bu ülkenin vatandaşıyım. O acı günümde Cumhurbaşkanımı Başbakanımı yanımda görmek isterdim. İşte bunlar birikti, Kürtlerde kırılmaya yol açtı, seçime yansıdı.”
Maddi temelleri de olan psikolojik bir sorun, o maddi temeller ortadan kalksa bile sorun olarak varlığını sürdürmeye devam eder. Hatta, hayal kırıklığı ve incinme çok derinse, o maddi temellerin ortadan kalkması, tam tersine psikolojik sorunun daha da kökleşmesi sonucunu doğurabilir. Halime Kökçe’nin Kürt sorunu bağlamında söylediğini bir daha hatırlayalım:
“Bütün hakları garanti altına alsanız da ezilmiş bir halkın psikolojisini dikkate almadığınızda o haklar kaynaşmanıza değil hasımlaşmamıza zemin olabilir.”
Kardeşseniz, daha derinden incinirsiniz
Dostlar, kardeşler arasındaki psikolojik sorunlar, hasımlar arasındaki psikolojik sorunlardan daha derine işler. Çünkü birincinin içi hayal kırıklığı ve incinme ile, ikincinin içi öfkeyle doludur. Öfkeye yol açan maddi koşullar düzeltildiğinde öfke de hızla seyrelir. Fakat hayal kırıklığı ve incinmeye yol açan maddi temel ortadan kalksa bile, hayal kırıklığı ve incinme kolay kolay seyrelmez.
Peki, “Türk-Kürt kardeşliği” neden giderek anlamını yitiren bir çağrı haline geliyor ve içi boşalıyor? Öyle oluyor, çünkü, bu tespit en başından itibaren eşit bir kardeşliğe değil, bir abi-küçük kardeş ilişkisine referans veriyor.
Eskiden Kürt ya yoktu ya da Türk’ün düşmanıydı, dolayısıyla onu dövmek makul ve normal sayılıyordu. Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti) iktidarıyla birlikte Türk ile Kürdün kardeş olduğu samimiyetle teslim edildi ve “dayak” reddedildi. Yeni dönemde Türkle Kürdün ilişkisi sevgi ve şefkate dayalı kardeşlik ilişkisi olacaktı.
Doğru, AK Parti iktidarı Türk-Kürt ilişkisini hasım ilişkisinden kardeşlik ilişkisine çevirdi, fakat bu kardeşliğin eşit bir kardeşlik olduğunu söyleyebilir miyiz? Hayır, söyleyemeyiz. Bu bir “şefkat kardeşliği”dir ve bir “şefkat kardeşliği”nde küçük kardeşin abiye karşı eşitlik talebinde bulunması durumunda, karşılaşacağı şey, şefkatin azalmasıdır. Çünkü şefkat, eşitsizliğin tarlasında boy atan bir duygudur ve yönü kuvvetliden zayıfa doğrudur.
Yıllar önce Alev Alatlı, Kürtler'in, kendileriyle ilgili “Dağ Türk'ü, kart-kurt gibi tanımlamaların mizahi olduğu kadar da sevecen tınısını savsaklamamaları gerektiğini” söylemişti. Yine Alatlı, Kürt aydını Kendal Nezan'ın bir yazısına karşılık şöyle yazmıştı:
“Sana Dağ Türkü demişsem birtanem, kendimden ayırmamak için demiş olamaz mıyım?”
İşte tam böyle bir duygudan söz ediyorum: Samimi bir sevgi-şefkat duygusu ve ona eşlik eden buz gibi bir “kardeşimsin ama eşitim değilsin, ben senin abinim” iması…
Bence Çözüm Süreci’nin zirvesinde bile bu imâ bu kadar netti.
Kürtlerin duymak istediği şey kardeşlik ve sevgi değil, eşitlik ve saygı… Ya da şöyle: Türk’ün Kürt’le kardeşliği ancak eşitlik ve saygı ile birlikte anlam kazanabilir. Aksi takdirde hiç telaffuz edilmese daha iyi, çünkü bu haliyle artık Kürtleri sinirlendirmekten başka bir sonuç doğurmuyor.