Ana SayfaYazarlarKendimizi paranteze alabilmek

Kendimizi paranteze alabilmek

Akşamüstü, şehrin işlek caddelerinden birindeydim.  Kalabalık, korkunç bir uğultuyla akıyordu kaldırımlardan.  Ağır aksak ilerleyen trafiğin ruhlarda açtığı bezginlik insanların yüzlerinden okunuyordu. Korna sesleri, motorların babayiğit homurtusu, kalabalığın çağlayan uğultusu. Hepsi bir diğerinin üstüne yığılmıştı.

Ortalıkta, atonal bir pespayelik hüküm sürüyordu. Şehrin en gürültülü olduğu saatlerdi bunlar ama o gürültünün altında yatan meşum bir yoksunluk vardı. Bir şey eksikti ama ne?

Biraz düşününce eksik olan şeyin ritim olduğunu sezdim. Her yönden sesler akın ediyordu ama ritimden eser yoktu. Sesler bir moloz yığını gibi öylece göğe doğru yükseliyor; bir eskici dükkanındaki ikinci el kıyafetler gibi rengarenk ama nâ-âhenk bir halde birbirinin üstüne intizamsızca yığılıyordu. Şöyle de denilebilirdi: Sesler hiçbir şekilde birbiri ile konuşmuyor sadece birbirlerine kendi varoluşlarını dayatmaya çalışıyordu.

Bir orkestradaki sesler öyle midir halbuki. Her müzik aletinden çıkan ses diğer bir müzik aletine bir şeyler söyler  ve bir öteki de cevap verir. Aslında bir diyaloglar çeşitlemesidir her müzik eseri. Doğada da bu böyledir. Bir ormana gidelim, her sesin bir diğeri ile uyum içinde olduğu nazarımıza çarpar hemen.

İnsanın olmadığı herhangi bir yerde gürültü diye bir şey yoktur. Gürültü insanlığın icat ettiği bir kabustur. Gürültünün insanın yanlışlıkla icat ettiği bir şey olduğunu keşfetmem, insanın aynı zamanda kendi kendine konuşan tek canlı olduğunu keşfetmeme de neden oldu o an. O gün orada, o caddede olan şey monologlardan ibaret olan seslerin gürültüsüydü.  

İnsanların yüzlerine baktım, bakışlarım serseri bir mayın gibi bir yüzden öbürüne sekti. Yaşadığım duyguyu birileri ile paylaşmak istemiştim. Oysa gözümün ilk gördüğü, kimsenin kimseyi görmediğiydi. Bakar kör gözler ve ifadesi kağşamış hüzünlü yüzler müzesinde gezinmekteydim öylece. Bir an kendi yüzüm geldi aklıma acaba ben ne haldeydim? Yanından geçmekte olduğum vitrinin camına çaktırmadan bir bakış attım. Aynı hüzünlü yüz aynı yorgun boş bakışlarla karşılaştım.   

Gene çevirdim bakışlarımı çevremdekilerin yüzlerine. Onlar da şimdi konuşuyorlardı muhakkak kendi kendileriyle. İç sesleri duymak gibi bir üstün yeteneğim olsaydı acaba nasıl sesler yükselirdi göğe. Hangi cümlelerle aydınlanır hangi cümlelerle daralırdı içim?

Şehir, bakar körlük, duyar duymazlıktan mâlûldü.  Bu teşhisi zor hastalık  sinsice ilerliyordu. Ve en önemli özelliği hastalığın pençesine düşenlerin kendilerini hiç de hasta hissetmemesi ve diyalog yeteneğini kaybetmesiydi.  Herkes kendi monoloğunun içine hapsolmuş yaşayıp gidiyordu. 

Oysa varoluş doğası gereği diyaloğa dayalıydı. Her birimiz varoluşumuz gereği  diğer varoluş biçimleri ile iletişim kurmaya ihtiyaç duyuyorduk. Bu özelliğimizin en uç hali evrende başka yaşam formlarının olup olmadığına dair bir arayışa girmiş olmamızdı.

İnsanın ötekilere olan gereksinimi ile başlar diyalog.  Oysa her birimiz kendi monoloğumuza dalmış, kendi sözlerimizin ,  duygularımızın sarhoşu olmuştuk. Kendimizle o kadar meşguldük ki, başkasını dinlerken bile sadece kendi işimize geleni duyar olmuştuk.

Peki neden hem başka dünyalardaki yaşam formları ile iletişim kurmaya çalışacak kadar diyalog tutkunuyduk hem de neden yanı başımızdakileri duymuyorduk? Onların ne söyledikleri ne hissettikleri, ne düşündükleri, neden bizim için kulak verilmeyecek kadar önemsizdi?

Çılgın monologlar diyarında, kimse birbirini anlamak için çaba sarf etmiyordu. Kimse kimseyi tanımıyordu. Hassasiyetleri nelerdir? Neleri sever nelerden incinir? Oysa bu soruların cevabını bilmekten geçer bir ilişki kurmak.

İyi bir kişi ilk olarak, başkasına nasıl özen göstereceğini öğrenir. Başka insanlara zarar vermekten nasıl sakınacağını öğrenir. Bu evrensel yönlendirici bir ilkedir.

Marksist felsefecilerden Agnes Heller'in,  ‘’Bir Ahlak Kuramı’’ (Ayrıntı Yay.) adlı kitabında, evrensel ahlakın ilkelerinden bahseder. Bu yönlendirici ilkelerden birincisi, ‘’Başkasının kişiliğine ve önemsediği herhangi bir şeye saldırmamak''tır. 

İnsanlar, gerek ikili ilişkilerinde gerekse toplumsal ilişkilerinde, sağlıklı ilişki kurmak gibi bir niyetleri varsa, karar alırlarken ben merkezli hareket edemezler. Sadece kendileri dinleyip kendilerinin söyleyeceği bir monologlar dünyasından çıkış yapıp, diyaloglar dünyasına adım atmalıdırlar.

Bu minvalde, sağlıklı ilişki kurmak ile  ''kendini parantez içine alabilmek’’ arasında sıkı bir irtibat mevcut. Bu arkadaşlıklarda da böyle, evliliklerde de böyle; bir köyde de yaşasak,  bir metropolde bu genel geçer sınavla her daim karşı karşıyayız.

Bir işe kalkıştığımızda,  bu iş, karşımızdaki kişiyi veya  kitleyi yaralama riski taşıyorsa, takkeyi önümüze koyup düşünme vaktidir.  

''Bu yapacağım işin bana ve  karşımdakine maliyeti ne?'' 

''Ben bu işi yaparsam bana kârı ne, karşıdaki kitleye yararı ne?''

''Peki, ya ben bu işi yapmazsam benden ne eksilir? Ben bu işi yapmazsam ondan ne eksilir ?''

Bir toplumda yaşayıp – bir başkasıyla, bir cemaatle, başka bir milliyetle, etnik bir kültürle, kısacası herhangi bir aidiyet ile bir  ilişki ve bir alışveriş halinde kalmak istiyorsanız bunun ilk şartı karşıdakinin hassasiyetlerine saldırmamaktır.

Başkasının hassasiyetine saldırıp saldırmamakta sıkça gözden kaçan bir durum mevzubahis: Karşıdakinin hassasiyet duyduğu, üzerine titrediği şey (kutsalı vb.) bize son derece saçma, aptalca gelebilir; hatta onu hezeyanlı bir düşünce olarak bile algılıyor olabiliriz. Hatta biz kendi açımızdan bakınca başkasının inancına saldırmadığımıza içtenlikle inanıyor da olabiliriz. Yine de söz konusu olan onun algısıdır ve bizim o algıya saygı duyup duymayacağımızdır. Kendi inancımızı haklı karşıdakini en saçma bulsak da onun inancına saygı duyabilmek, kendini paranteze alabilme halidir.

Misal, ineğe tapınmak ya da ineği kutsal saymak dünyanın en saçma inancı olabilir bizim dünyamızda. Önemli olanın bizim fikrimiz değil diğerinin hassasiyeti olduğunu görerek ; ineği kutsal sayanın inancına saldırmamak, alaya almamak, onu incitici davranışlardan uzak kalmak erdemlerin şahıdır. 

Başkasının hassasiyetlerini gözeterek kendini paranteze alabilmek, elbette ki herkesin verebileceği bir sınav değildir. Kendi düşüncelerini doğru bulup haklı hissetmek dünyanın en tatlı balıdır. Lakin bu bal zehirli bir baldır. Kendi haklılığını paranteze alıp karşıdakinin bize en saçma da gelse düşüncelerine ve anlam dünyasına saygıda kusur etmemek ise en güçlü panzehirdir.  İşte o zaman ilişkilere düzen ve intizam hakim olur. İlişkinin de ritmi doğar. Kimsenin sesi kimseninkinin üzerine yıkılmaz. Ve böylece her yeri kara bir duman gibi kaplayan  bu meşum gürültü diner.

 

 

 

- Advertisment -