Seçimlerde oy vermek, yani bir partiyi desteklemek ya da desteklememek özünde bir “his” meselesi; hele ki Türkiye gibi kararlarında duygusal ağırlığın hayli önemli olduğu bireylerden müteşekkil bir toplumdan söz ediyorsak… Zaten bu nedenle programdan çok liderler önemli ve zaten bu nedenle “takım tutar gibi” parti tutuyoruz.
Elbette bir parti hakkındaki hislerimiz esasen o partinin liderliği ve kadroları üzerinden oluşur, fakat başta partiye yakın gazeteciler olmak üzere partinin fikriyatını kamuoyuna yansıtan ya da neden o partinin desteklenmesi gerektiğini dile getiren figürlerin kalitesi de his oluşturmada önemli bir yer tutar.
Yeni Şafak gazetesi yazarı İsmail Kılıçarslan’ın dile getirdiği gibi, bu figürler aklen ve ahlaken ifsad etmiş bir görüntü sergiliyorlarsa, onlar üzerinden oluşan negatif hissiyatın, destekledikleri iktidara dair kamuoyu hissiyatını negatif yönde etkilememesi imkânsızdır.
Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AK Parti) iktidarından hemen öncesine denk gelen iki büyük siyasi mücadelede iktidar partileri unutamayacakları ağır yenilgiler aldılar. Bunlardan birincisinde Süleyman Demirel’in bir dönem daha cumhurbaşkanlığı yapmasını sağlayamadılar (2000), öbüründe de (2002) AK Parti’nin iktidara gelmesini önleyemediler. İktidar partilerinin yere serildiği her iki siyasi mücadelenin de medyanın iktidarı desteklemede kantarın topuzunu kaçırdığı, bugünküne benzer bir ifsad görüntüsü sergilediği koşullarda gerçekleşmiş olmasının tesadüfi olmadığı kanaatindeyim.
Bu yazıda, sözünü ettiğim iki büyük siyasi mücadelede medyanın feci performansını özetlemeye çalışacağım; artık kim hangi dersi çıkarırsa…
“Baba” olmazsa ülke batar gazeteciliği
2000 yılının Mayıs ayı yaklaşırken, 28 Şubat döneminde gazeteden çok bir mücadele organı gibi faaliyet gösteren merkez medya gazetelerinin iki büyük derdi vardı: Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in görev süresini Anayasa’yı değiştirmek suretiyle uzatmak ve Türkiye Büyük Millet Meclisi’nden Radyo Televizyon Üst Kurulu (RTÜK) Kanunu’nun çıkartılmasını sağlamak… Süleyman Demirel’in görev süresinin uzatılması iki bakımdan önemliydi: 28 Şubat sürecinin nispeten yumuşatılmış haliyle devamını sağlamak ve RTÜK Kanunu’nun Parlamento’dan geçmesini bu sayede kolaylaştırmak…
Dönem, “Kartel Medyası” dönemiydi… Yani basın yayın piyasasına iki büyük grup (Hürriyet ve Sabah grupları) hâkimdi ve medya demek bu iki grup demekti.
Milliyet’in de Hürriyet grubunun içinde olduğu o dönemde Sabah, Hürriyet ve Milliyet Süleyman Demirel’in görev süresini uzatmak için bugün asla hatırlamak istemeyecekleri bir iktidar destekçiliğine soyundular. (Hatırlamaya çalıştığımız o yıllarda iktidarda Bülent Ecevit, Mesut Yılmaz ve Devlet Bahçeli’nin liderliğini yaptığı partiler vardı.)
Dönem bir yandan da medya gücünü kullanarak banka sahibi olma ve bankalarda toplanan paraları har vurup harman savurma dönemiydi. İktidar destekçiliğinin maddi zeminini teşkil eden unsurlardan biri de buydu.
Dönemin tefessüh etmiş ruhunu en iyi anlatan ifadelerden biri Sabah gazetesinin genel yayın yönetmeni Zafer Mutlu’dan gelmişti. Mutlu, kendisiyle söyleşiye gelen ve onunla “gazetecilik” tartışmaya çalışan bir muhabire, “Ne gazeteciliği kardeşim, biz burada dükkân açtık patronumuza para kazandırmaya çalışıyoruz” demişti.
Böyle olunca, genel yayın yönetmenlerinin esas vazifesi de otomatik olarak iktidarlarla iyi geçinmek haline geliyordu.
Nitekim Süleyman Demirel’in görev süresinin uzatılması gayretleri sırasında merkez medya gazetelerinde öyle manşetler okuduk ki, bunlara “haber” diyebilmek için bin şahit isterdi. Demirel’in görev süresinin uzatılmasını sağlayacak Parlamento’daki Anayasa oylamasından önce üç büyük gazete üzerinden millitvekilleri üzerinde ağır bir baskı kuruldu. Propaganda, “Baba” yeniden seçilmezse Türkiye’nin batacağı üzerine kurulmuştu, fakat kamuoyu patronların doğrudan çıkarları için gazeteciliğin kör gözüm parmağına âlet edildiğinin farkındaydı. Medya kartelinin desteği olmadan iktidarda kalamayacaklarını düşünen üç siyasi liderin baskısı altında oy verme sandığına giden milletvekilleri de her şeyin farkındaydı… Nitekim oylamada teklif reddedildi, Demirel’in süresi uzatılmadı.
En ağır hüsran: 2002 seçimleri
İktidarı destekleyen medyanın “düşüklüğü”nün iktidarla ilgili negatif hissiyatın büyümesine yol açtığını gösteren ikinci örnekte mesele çok daha net görünüyor.
28 Şubat gazeteciliğine “dükkân açtık patronumuza para kazandırıyoruz” gazeteciliği eklenince, iktidarı destekleyen merkez medya gazetelerinin ve gazetecilerinin itibarı yerlerde sürünmeye başlamıştı. İş, patronun “karton fabrikası”na kredi için genel yayın yönetmeninin ekonomiden sorumlu bakana telefon açıp ricacı olmasına kadar varmıştı ve bütün bunlar kamuoyunun gözünün önünde oluyordu.
Süleyman Demirel’in görev süresi uzatılmayınca yeni cumhurbaşkanlığına Ahmet Necdet Sezer seçildi. Sezer, laiklik hassasiyetleri sorgulanamayacak bir figürdü ama, RTÜK Kanunu’na karşı çıkacağı anlaşılınca onun bu konudaki hassasiyeti bile sorgulanmaya başladı. Bu arada Sabah grubu tasarrufçuluğuyla tanınan Sezer’in Çankaya Köşkü’nün perdelerini ve koltuk kumaşlarını değiştirmesini sorun eden bir kampanya başlattı. Hürriyet de, taze cumhurbaşkanının emekliliği için satın aldığı evi hangi parayla aldığını açıklamasını istedi.
Kartelin her iki kanadı da yazdıkları şeylerin haber olmadığını biliyordu ama önemli olan Sezer’i sindirerek RTÜK Kanunu’nun Meclis’ten geçmesini sağlamaktı. Bu uğurda daha pek çok belden aşağı vuruş haber kisvesi altında manşetleştirildi.
Merkez medya, AK Parti’nin kuruluşundan itibaren de (2001) bu yöndeki yeteneklerini bu partiyi doğduğuna pişman etmek için kullandı. Bir gazete, partinin simgesi ampulün içinde “rahle” bulunduğunu “ifşa” ediyor, öbürü argoda ampulün eşcinsel erkek anlamında kullanıldığını hatırlatıyordu…
Magazin faslı atlatıldıktan sonra, doğru olması şart olmayan “ciddi” birtakım suçlama-haberler birbirini izlemeye başladı. Amaç, başta askerler olmak üzere laiklik konusunda hassas bürokratik çevreleri harekete geçirmekti.
Ne var ki bütün bunların hiçbiri işe yaramadı. Üçlü iktidar tümüyle çöktü ve AK Parti’nin bugüne kadar devam eden iktidarı başladı.
Yukarıda dediğim gibi: Bugünün iktidarı destekleyen medyasının performansı, yukarıda marfifetlerini özetlediğim iki dönemin medyasının performanısna fena halde benziyor. Ve ben, İktidar partilerinin yere serildiği her iki siyasi mücadelenin de medyanın iktidarı desteklemede kantarın topuzunu kaçırdığı, bugünküne benzer bir ifsad görüntüsü sergilediği koşullarda gerçekleşmiş olmasının tesadüfi olmadığı kanaatindeyim.