El-Halil’i ziyaret ettikten sonra tekrar Kudüs’e döndük. Bundan sonra görmek istediğimiz yer, modern İsrail devletinin başkenti Tel Aviv idi. Kudüs’ten Tel Aviv’e ya taksiyle gidecek ya da toplu taşıma araçlarını kullanacaktık. Mesafe fazla uzak olmadığı için taksiyle otogara gidip oradan otobüsle devam etmeye karar verdik. Bindiğimiz taksi bizi biraz dolaştırdıktan sonra bir AVM’nin önünde indirdi. Oysa biz Doğu Kudüs’teki garajdan Tel Aviv’e gideceğimizi düşünmüştük. Daha doğrusu tek garajın burası olduğunu sanmıştık. Meğer değilmiş. Tel Aviv otobüslerini sorduğumuzda üçüncü kata çıkmamızı söylediler. Biletlerimizi aldık ve AVM’den dışarıya bakan 415 no’lu kapıda bekledik.
Ancak UBER, taksici oligarşisini yıkabilir
Birazdan otobüs geldi. Kapı açıldı ve biz AVM’den dışarıya açılan kapıdan otobüse geçtik. İsrail’in neredeyse her tarafına otobüs kalkan bu garajda, bizdeki gibi araçların durduğu peronda beklemek yasak. Sadece biletli yolcular, binecekleri otobüs yanaşınca AVM içinden dışarıya açılan kapıdan çıkıp doğrudan otobüse binebiliyor. Amerika’da da böyleymiş. Bu uygulamada güvenlik önlemleri belirleyici bir rol oynasa da, otobüslere biniş ve inişlerde iyi bir düzen sağlanıyor. Tel Aviv otobüsü belirlenen zamanda, henüz bütün koltuklar dolmadan hareket etti. Belli ki bu otobüslerde sadece oturarak seyahat ediliyor. Oldukça konforlu olan otobüste internet olması, dışarıdan gidenler açısından ayrıca bir kolaylık sağlamakta.
Kudüs’ten Tel Aviv’e vardığımızda saat gecenin 11’ini geçiyordu. Yoğun ve yorucu bir günün ardından, internet üzerinde bir yer ayarladık ve bir taksiye binerek otele doğru yola çıktık. Gideceğimiz otel 3-4 km uzaklıktaydı. Ancak taksici taksimetreyi açmak istemedi ve bizi 70 şekele (yaklaşık 100 TL) bırakacağını söyledi. Pazarlıkla 50 şekele razı ettik. Yurt dışında, gittiğim her yerde amiyane tabiriyle “taksici kazığı” yemişimdir. Geçen yıl Ukrayna’da Uber’i keşfetmiş ve bayağı rahatlamıştık. Hattâ ben o zaman, bütün dünyadaki taksici oligarşisinin Uber ile yıkılacağı tahmininde bulundum ve halen de aynı kanaatteyim.
Tel Aviv, New York – Avrupa sentezi gibi
Otele yerleştiğimizde kenti dolaşmak için geç olmuştu. Sabah kahvaltısından sonra Tel Aviv’i gezmeye başladık. Otelden çıkıp sola dönünce, doğrudan sahile çıktık. Tel Aviv’deki sahil yolu düzenlemesi hemen göze çarpıyor. Sahil boyunca, çift şeritli araç yolu ile yaya ve bisiklet yolları yan yana uzayıp gitmekte. Sahilden bakınca, yüksek binalarıyla Tel Aviv biraz New York’u andırıyor. Ancak sonunda kentin bir ABD – Avrupa sentezi olduğunu algılıyorsunuz. Her yerden denize girip yüzebiliyorsunuz. Sahildeki kafeterya ve restoranlar, sanki bir elden çıkmışçasına birbirlerine benziyor. Denize girenleri görünce, biz de öyle yaptık; 11 Nisan’da, 2018 yılı deniz mevsimini açıverdik. Plajda öyle ince bir kum vardı ki, elekten geçtiğini sanırsınız. Muhtemelen öyle de yapmışlardır.
Denizden kente baktığınızda, şehrin siluetini bozan tek bir yapı göremiyorsunuz. Sahildeki yeşil alanlar, yürümek, dinlenmek, spor yapmak açısından alabildiğince düzenli. Tel Aviv’de yerleşim yerlerinin denize sıfır olduğu yegâne nokta, Osmanlı dönemi ve hattâ çok öncesinden kalma “eski şehir” Yafa (Tevrat ve İncil’de yer alan Yafa, ayrıca portakalıyla da ünlü). Denizde yüzüp sahilde uzunca bir yürüyüş yaptıktan sonra geçtiğimiz Yafa’da, Osmanlı döneminden kalma iki tarihî eserden biri Mahmudiye Camii, diğeri de Sultan II. Abdülhamit zamanında inşa edilen yedi saat kulesinden biri olan Abdülhamit Han Saat Kulesi. Mahmudiye Camii’nin çeşmesi üzerindeki Osmanlıca kitabe olduğu gibi korunmuş. Caminin girişinde, İngilizce, Arapça ve İbranice yazılı bir tabelada, “İslam inancına göre buraya başı açık bir şekilde girmenin uygun olmadığı” belirtiliyor.
Mahmudiye Camii’nin özenle korunmuş olması hoşuma gitti. Ayrıca son yıllarda TİKA’nın da, yurt dışındaki Osmanlı eserlerinın bakım ve onarımını yapıyor olması, Türkiye açısından fevkalade güzel bir etkinlik. Caminin çeşmesine hayranlıkla bakarken, 1970’lerde Muş’ta Araklı Kilisesi’ne yapılmış olanlar aklıma geldi. Muşlu bir iş adamı arkadaşımız iki yıl önce bize şöyle bir anısını anlattı: “1977’de ben ilkokul dördüncü sınıftayken, bir gün öğretmenimiz okuldaki öğrencileri topladı ve ‘haydi çocuklar pikniğe gidiyoruz’ dedi. Yürüye yürüye Muş’un dağlık kesiminde bulunan Araklı Kilisesi’ne çıktık. Henüz içeri girmeden öğretmenimiz bizi durdurdu ve şöyle dedi: ‘Şimdi herkes ceplerini ve ellerini taşlarla doldursun.’ Hepimiz ellerimizi ve ceplerimizi taşlarla doldurunca, bizi kilisenin içine götürüp şöyle dedi: ‘Şimdi bu duvarlardaki ikonları, resimleri, yazıları o taşlarla yıkıp yerle bir edin. Haydi, aslanlarım göreyim sizi.’ Öğretmenimizin emir vermesiyle, biz elli civarında çocuk kiliseyi içten yıkmaya başladık. Kilise duvarlarında mermer taşlara işlenmiş birkaç Meryem Ana figürü vardı. Hepsini paramparça ettik.” Bugün artık Araklı Kilisesi’nin sadece birkaç dış duvarı ayakta. Maalesef, bizdeki tarihî yapıları koruma bilinci bir türlü gelişemedi. Bir öğretmenimiz kiliseyi yıktırırsa, cahilimizin ne yapacağını varın siz hesap edin.
Akşam 7 civarında Tel Aviv’den ayrılarak Kudüs’e döndük. Hemen otogardan bir otobüse geçtik; İsraillilerin Allenby Kapısı (7 Kasım 1917’de Kudüs’e giren İngiliz General Sir Edmund Henry Hynman Allenby), Ürdünlülerin Kral Hüseyin Kapısı dediği kapıya doğru yola çıktık. Vardığımızda saat akşamın 10’u olmuş ve kapı kapanmıştı. Ürdün’e o akşam geçemeyeceğimizi anlayınca, hemen yakında bulunan Eriha’ya yöneldik. Batı Şeria’daki Eriha kentinin girişinde kocaman bir tabelaya İngilizce, İbranice ve Arapça “buraya İsrail vatandaşlarının girmesi yasak ve tehlikelidir” yazılmış. Kente girdiğimizde, bir kahveye yığılmış gençlerin hararetle bir futbol maçı izlediğini gördük. Meğer maç Barcelona ve Real Madrid arasındaymış oynanıyormuş. Bütün Filistinliler Barcelona’yı destekliyordu. Derken birkaç genç ile konuşmaya başladık ve hızla ahbap oluverdik. Neden Barcelona diye sorduğumda, ellerini göğüslerinin üzerine koyarak “biz de buranın Barcelona’sıyız!” dediler.
Filistin’de belediye hizmetleri çok eksik
Eriha ve Batı Şeria’daki bütün Filistin yerleşimlerinde en dikkat çekici şey, sokakların alabildiğine kirli olması. Haydi bütün diğer olumsuzlukların sebebi İsrail’dir diyelim; Filistin yerel yönetimlerinin sokaklardaki çöpleri toplayacak gücü yok mu? Eriha’da geceyi geçirdiğimiz otel, fiyat olarak Kudüs ve Tel Aviv’den aşağı değildi; ancak ne sıcak su vardı, ne de doğru dürüst bir çarşaf. Bütün bunlar yetmiyormuş gibi, sivrisinekler sabaha kadar uyumama müsaade etmedi. Her sivrisinek saldırısında rahmetli dayımın şu sözünü hatırlarım: “Evlâdım, insanın altından yapılmış bir sarayı olsa, bu sarayda sivrisinek varsa insan rahat edemez.”
Sabah erkenden Eriha’dan Allenby Kapısına geldik. İşlemlerimizi tamamlayıp, son olarak İsrail’e 59 dolar çıkış parasını da ödedikten sonra Amman’a doğru yola çıktık. Öğleden sonra konferanstaki sunumlarımızı yaptıktan sonra, akşam saatlerinde Amman’ı dolaşmaya başladık. Kentteki, Roma döneminden kalma Antik Tiyatro da olmasa, herhalde çocukların oyun oynayabileceği başka bir yer yok. Koca Amman’da tek bir park ve yeşil alana rastlayamadım. Yurt dışı gezilerinden ülkeye döndüğümde, henüz uçakta en çok dikkatimi çeken İstanbul’un taş yığınları olurdu. Örneğin kentsel yeşil alan oranı açısından Moskova yüzde 54, Singapur yüzde 47, Sydney yüzde 46, Viyana yüzde 45.5 iken, İstanbul yüzde 2.2’de kalıyor. Ama itiraf edeyim, Ürdün’den sonra İstanbul’u bayağı yeşil buldum.