Erzincan’ın bir dağ köyündeyiz. Yaprakları dökülmüş ağaçlarıyla, her yeri kaplamış bembeyaz karla, kerpiç ve taş evlerin egzotik bir tarzda sıralanışıyla insanı kendine çeken bir mekan. Filmin başrolünü hüzünlü sarıyla, kirli beyaz üstleniyor Kutluğ Ataman’ın Kuzu filminde (2014).
Beş yaşlarındaki Mert’in erkek adam sayılma yaşı gelmiş ve bunun olabilmesi için sünnet olacak. Dilere destan cinsinden olmasa da asgarisinden bir tören-şölen düğün-gerekmekte ailenin köyün içindeki saygınlığını koruyabilmesi için. Bir koyun kesip biricik oğlu için yemek verecek maddi gücü olmayan İsmail, ne yapıp etmeli ve bunu gerçekleştirmelidir karısı Medine’ye göre. Belli ki mütevazı de olsa bir şölen yapamazsa kocasının aile içinde zaten küçümsenen varlığı daha da aşağılara inecek. Küçücük yaşlarda yeşeren kardeşler arasındaki kadim haset duygusu beş yaşlarındaki Mert ile ablası Vicdan’ın da başındadır. Kardeşi üzerinde yoğunlaşan ilgiye dayanmayan abla küçüğün kafasına korkunç fikirler sokmayı başarır. Babası sünnet düğünü için koyun alamazsa onu bir ağaca ayaklarından asıp kesecek ve kurban olarak tandırda pişirip onu ikram edecektir misafirlere. Küçücük çocuklara korkuların, riyakârlıkların bencilliklerin şiddetin aşılandığı çağlar. Çocukluk travmalarına ve ağır işlere gönderme.
Ailenin izzet-i nefsini kurtarmak için zorunlu olarak alınacak olan kuzuya ödenecek meblağ, orta sınıftan biri için hiç mesele olmayacakken en alttakiler söz konusu olduğunda yaşamı alt üst edecek büyük bir heyulaya dönüşür. Eşitsiz toplumsal yapının içinden kapitalizmin belirlediği ilişkiler saçılır ortaya. Maddi varlığın kadar değer gördüğün, tüketerek bunu sergileyerek mutlu olduğun bir yaşam biçimi. Buradaki ise olmayınca olmayan bir ailenin dramıdır, deve bir pula getir bir pulu misali. İnsanların birbirini gözetlediği ve fazlasıyla ilgili olduğu feodal denebilecek bir toplulukta ilginin beklenen yönde adımlar atılarak yatıştırılması gerekir. Taşra sıkıntısı büyük şehir arzusu budur biraz da, gözden kaybolma, dilediğince davranma, kimsenin kimseye görece de olsa karışamadığı baskı kuramadığı bir dünyaya karışma isteği.
Filmin içlerinde Hz. İbrahim ve Hz. İsmail arasında geçenler dolaşıyor Mert’in korkuları üzerinden. Bembeyaz karların üzerine yatıp derin sessizliğin ve ıssızlığın ortasında “ben daha küçüğüm, henüz hiç günah işlemedim ve kurban edilmemem gerekir” diye düşündüğü sahne en metaforik ve yaratıcı sahnelerden biri. Korku ve Titreme kitabında babanın kurban etmesi emredilen oğlu İsmail’in boynuna bıçağı dayadığı anın lirik bir diyalektiğini yazmıştı Soren Kierkegaard, bu filmde bunu hatırlamadan olmaz. Tam bu andaki hissiyatı bir cinayet teşebbüsünden ayıran imani duruşun analizini yapmıştı. Kur’an’da da Cebrail as. dan bahsedilen nadide anlardan biridir, elinde koçla gelir ve İsmail’i kurtarır başarıyla geçtiği teslimiyet sınavından.
Yönetmen İsmail ve Mert üzerinden bu ülkenin evlatlarının kurban edilişine dair bir ses veriyor sanki gizliden. Sünnet çocuklarının korku ve heyecanları eğlenceli gibi görünse de bunun muhtarın konuşmasındaki gibi aile devlet ve millet için bir büyük olaya dönüştürülmesi, üzerinde düşünülmesi gereken bir durum.
Kamera korkularla yaşayan Mert’in, yoksunlukla kavrulan Nesrin’in, kendini ağır gerilimle başka bir kadının başını okşamasına vuran İsmail’in bedenlerinden uzaklaşınca, kadrajın açısı dağlara, ovalara, karlı yokuşlara doğru büyüyünce iş değişiyor. Gerekli kuzuyu bulamama sıkıntısı dar alanın çıkmazı sanki. Yaşamımızdaki kimi amansız sıkıntıların çoğu, bize ihtiyaç olarak dayatılan zorbalıkların sonucu, incir çekirdeğini doldurmayacak şeyler belki de. Yerleşikliğin ve medeniyetin esarete varan öteki ucu. Yönetmen onlardan şölen bekleyenlerin sevgisizliğiyle, yapsa çekememezlik ihsasıyla, muhtarın pavyon kadınına yedireceğini anladığı halde İsmail’e faizine tamah ederek borç vermesiyle, bakir Anadolu duygusuna bir darbe daha indiriyor, öteki taşra filmlerinden sonra.
Terkedilmiş bir Ermeni köyünde çekilmiş olan Kuzu, manzaraların gücüyle büyülüyor. Doğrudan mesaj olmasa da karlı günlerde dağların arasındaki zorlu bir coğrafyada çekilen filmde sert bir erkeklik teması var. Çocuk oyuncuların başarısı gerilimi dağıtsa da zihin manzaraya kültürün ağırlığını yüklemekten alıkoyamıyor kendini. Yönetmenin murat ettiğinden fazlası dolaşıyor belki de, anlatmak istememe anlatamama arafını seçmesi yüzünden. Biraz da Tarkovski’nin Kurban’ına gönderme ama üzerimizdeki ağırlığı azaltmak için Kuzu diyerek.
Filmde Nesrin’in temsil ettiği kadınlık “yuvayı dişi kuş yapar” yargısı, yazgısı ve emriyle uyumlu. Toplumsal emirdir bir bakıma, yaşamın kotarılmasından, erkeğin evrilip çevrilmesinden sorumludur kadın. Yuvanın kurucu aktif öznesi olarak çocuklarını toparlamak, işsiz kocasına sabretmek, ilk maaşını bir pavyon kadınına yedirdiğinde affedip köydeki itibarını korumakla yükümlü.
Erkeklik ise daha kırılgandır, çalışır çabalar gücünü gösterir ama bir kadın iğvasıyla darmadağın olması şanındandır. Bu temsillerin parçalandığı, kabulünün güçleştiği bir dünyada hala dar bir alana sıkıştırılan insanların dünyasında yaşamaktadır Kuzu’nun kurbanları.