Bugünlerde, özellikle de seçim sonrasında okuduğum bazı metinler bana, şair Şükrü Erbaş’ın satırlarını çağrıştırıyor: “Köylüleri niçin öldürmeliyiz, çünkü onlar yanlış partilere oy verirler…”
Okuduğum metinler bende bu şiire şöyle bir nazire yapma arzusu uyandırıyor: “Küreselleşmeye uyum sağlayamayanları niçin öldürmeliyiz, çünkü onlar popülist-otoriter liderlere oy verirler…”
Anlamışsınızdır: Küreselleşmenin bilgiye, uzmanlığa, teknolojiye, niteliğe ve ‘kalite’ye davet eden çağrısına uyum gösteremediği için milliyetçi-muhafazakâr-popülist-otoriter liderleri desteklediği, onlara ‘sığındığı’ söylenen geniş kitlelerden söz ediyorum…
Okuduğumu söylediğim ve hemen hepsi ‘sol’ ya da ‘liberal’ diyebileceğimiz kişilerce kaleme alınmış bu metinlerde, küreselleşmeye uyum gösteremeyen ‘niteliksiz kalabalıklar’ın siyasi tercihlerini hemen her yerde otoriter liderlerden yana kullandıkları ve böylece o liderlere oylarıyla meşruiyet sağladıkları kaydediliyor.
Metinlerdeki ortak noktalardan biri de şu: Küreselleşmeye uyum sağlayamayan bu ‘eğitimsiz’ kitlelerin karşısında, eğitimli, bilgili, teknolojik gelişmelerden korkmayan ve onları kullanan bir başka kesim vardır. Toplumun bu kesimi kültürel olarak da daha ‘elit’ bir pozisyondadır.
Bu görüşleri dile getirenler, kâh açık bir biçimde kâh imâ yoluyla küreselleşme çağında toplumsal mücadelenin ana ekseninin bu iki kesim arasındaki mücadele tarafından belirlendiğini öne sürüyorlar.
Söylemeye bile gerek yok ama: Bu mücadelede, küreselleşmeye uyum sağlayabilen ‘eğitimli’ kesimler demokrasi ve özgürlüklerden yana tavır alırlarken, milliyetçi-muhafazakâr eğilimli ‘eğitimsiz’ geniş kalabalıklar bu değerleri önemsemeyen popülist-otoriter liderlere prim vermektedirler.
“Doğrudan Demokrasi Yanılgısı”
Bu çerçevede okuduğum son yazı Birikim dergisinde karşıma çıktı. Derginin editörü Barış Özkul, “Doğrudan Demokrasi Yanılgısı” başlıklı yazısında “Avrupa’da (Macaristan, Polonya, İtalya, Rusya) Savaş öncesi dönemin faşizan-otoriter tek adam rejimlerine dönüş süreci yaşanırken Türkiye de rüzgâra ayak uydurarak kendi tek adam rejimini kurdu” tespitini yaptıktan sonra, bu rejimin meşruiyetini sağlayan şeyin seçimler olduğunu belirtiyor:
“(…) Onu kalıcı kılan toplumsal meşruiyet mekanizması aslında o kadar uzak bir geçmişten ödünç alınmış değil. Tersine, modern bir temsiliyet mekanizması pre-modern bir siyasi zihniyet tarafından tepe tepe kullanılmakta. Savaş öncesi dönemin tek adam ve tek parti deneylerinde serbest ‘seçim’ler daima korkutucu bir ihtimaldi: Yerli ve milli bir örnek olarak, Terakkiperver Fırka ve Serbest Fırka hızla kapatılmıştır. Şimdi ise ‘seçimler’ rejimin sürekliliği açısından adeta bir can simidi; liberal demokrasinin temsiliyet mekanizması ne liberal ne de demokrat olan partiler ve liderlerin elinde sarsılmaz bir meşruiyet mekanizmasına dönüşmüş durumda.”
‘Vasıfsız emekçi yığınlar’ın oyuyla…
Peki, otoriter liderlere meşruiyet sağlayan seçimlerde (Barış Özkul yazısında seçim sözcüğünü tırnak içinde kullanıyor) onlara kimler oy veriyor? Özkul bu noktada sözü, soruya, “Bilimsel-teknolojik devrimler çağının çeşitli iş kollarında günden güne lüzumsuzlaştırdığı vasıfsız emekçi yığınlar” cevabını veren Ömer Laçiner’e bırakıyor:
“Kendilerine geçim imkânı, hak ve özsaygı kazandıran işlerini kaybetme ihtimalini her adımında arttıran bu endüstriyel devrimin taşıyıcısı olan etkinlik alanlarına müdahale edememenin çaresizliği ile, o alanların içinde ve çevresinde yer alan yüksek bilgi, yetenek, donanım sahiplerine, onlarla aynı ‘elit’ kategorisine sokulan rafine kültür, sanat, düşünce dünyasına derin bir kuşkuyla bakmaktadırlar. Önceleri, tehdit altındaki işlerini koruyabilmek için aynı iş kolundaki azınlık etnik grup mensuplarını ve mevcut işlerini kaybettikleri takdirde sığınacakları düşük nitelikteki işlere talip göçmenleri ‘ötekileştirerek’, yabancı düşmanlığı ile sivrilen bu post-modern milliyetçilikler; daha sonra bu özelliklerini koruyarak ‘elitleri’ ötekileştiren ‘yeni’ bir dil ve mecraya yöneldiler. AKP’yi ve AKP-MHP ittifakını bu mecrada konumlandırmak gerekiyor.”
Mehmet Altan ve Türkiye’deki yeni ittifak
Hatırlayanlar olacaktır, Mehmet Altan da cezaevinden çıkmadan hemen önce Frankfurt Üniversitesi’ndeki bir sempozyuma gönderdiği tebliğde benzer fikirler öne sürmüştü.
Ona göre de, globalizme ayak uyduramayan kesimler, onların korkularına ve en ilkel duygularına hitap eden otoriter liderlerin peşinden gitmeye, onların hamaset dilinden güven ve cesaret devşirmeye çalışıyorlardı.
Küresel çapta yeni toplumsal mücadele işte bu globalizme uyum sağlayamayan ‘milliyetçi-muhafazakâr-lumpen kalabalıklar’ ile özgürlükler ve insan haklarından yana kitleler arasında gerçekleşmeye başlamıştı.
Altan’a göre, bu yeni saflaşma aynen Türkiye’de de yaşanıyordu:
“(Türkiye’de de) Evrensellik ve demokrasi karşıtı bir milliyetçi-muhafazakâr ittifaka karşı milliyetçilerden, muhafazakârlardan, Kemalistlerden, demokratlardan oluşan yeni bir ittifak oluştu.”
(Altan’ın tespitleriyle ilgili olarak daha geniş bir okuma için Serbestiyet’te 25 Haziran’da ve 5 Temmuz’da yayımlanan yazılarıma bakılabilir.)
İtiraz noktalarım…
Bu yazılarda benim itiraz noktalarım küreselleşmenin zikredilen etkilerine ve küreselleşmeye uyum sağlayamayan geniş kitlelerin popülist-otoriter eğilimlere meyletmelerine değil… Bence de küreselleşme böyle tedirgin kitleler üretiyor ve ikna edici başka bir alternatif görmedikleri sürece bu kitlelerin ‘güven veren’, kendilerine benzeyen ve kendi dillerini konuşan otoriter liderlere yönelmelerinde anlaşılmayacak bir şey yok.
Bu yazılarda beni başlıca iki şey rahatsız ediyor:
Birincisi: Yazılar, küreselleşmeye uyum sağlayamayan kitlelere karşı büyük bir güvensizlik ve yer yer öfke içeriyor. Buna karşılık yazılarda, ikna edici başka siyasi alternatiflerin olması durumunda onların bir bölümünün tercihlerini değiştirebileceklerine dair hiçbir olumlu atıf yok.
İkincisi: Seçimlerde Adalet ve Kalkınma Partisi’ne (AK Parti) ve Erdoğan’a yönelik teveccühün neredeyse tamamını küreselleşmeye uyum sağlayamamış ‘eğitimsiz’ kitlelerin belirsizlik korkusuna bağlamak, AK Parti’ye seçim kazandıran iki temel unsurun gözardı edilmesi anlamına gelir. Bu iki temel unsur toplumsal kutuplaşma ve muhalefetin ‘yönetebilme ehliyeti’ hususunda bir türlü ikna edici olamaması…
AK Parti işte bu iki unsur sayesinde seçimleri sürekli olarak kazanabiliyor… Aktardığım sol ve liberal yaklaşımlar ise bir yandan ‘tercihleri asla değişmeyecek cahil kitleler’ klişesine yaklaşarak kutuplaşmayı körüklüyor, öbür yandan da ikna edici bir siyasi alternatifin hâlâ bulunmadığı gerçeğinin üzerinden atlayarak, bu kitlelerin AK Parti’ye desteklerinin mutlak olduğunu imâ ediyor…
Yani sonuçta bu sol ve liberal yaklaşımlar da tıpkı devletçi laikler gibi anlamanın ve değiştirmeye çalışmanın zorluklarından kaçıp suçlamanın kolaycılığına sığınan ‘biat kültürü’ eleştirilerine varmış oluyor: Kesin, keskin ve sürekli yenilgiyi garantileyen mükemmel bir formül!