Hukukta, usul esastan önce gelir ilkesi var. Eskiler bunu “usul, esasa tekaddüm eder” şeklinde söylerdi. Bu prensip Osmanlı Mecelle’sinde de, “Usûl esasa mukaddemdir” biçiminde ilk hükümler arasında yer almıştı. Bu ilke kısaca şu anlama gelir: Bir dâvânın açılmasında ve/ya bir delilin elde edilmesinde önce herşeyin “usule” uygun olup olmadığına bakılır; eğer “usule” uygunsa o zaman dâvâ açılır ve böylece esasa geçilir. Aksi takdirde, dâvânın “esasta” haklı olması çok anlam ifade etmeyebilir.
Çözümde geçmişle hesaplaşma cesareti
Bugünlerde Kürt meselesinde “esasın” bilerek veya bilmeyerek “usule” kurban edilmesine tanıklık etmekteyiz. Kanımca mesele kurban etmeyi bile aşmış, bizi adeta bir cinnet ve/ya cinayet durumuyla karşı karşıya getirmiş bulunuyor. İyi ama nasıl böyle katı ve kesin bir sonuca varıyorum?
Anlatayım. Kürtlere bu ülkede, özellikle Cumhuriyetin kuruluşundan başlayarak büyük haksızlıklar edildi. Çoğumuz bu haksızlıklara tanıklık ettik, hattâ kimimiz bu haksızlıkların bire bir kurbanı olduk. ANAP döneminde konuşmaya başladığımız Kürt sorunu, AK Parti hükümetleri döneminde memleketin en önemli meselesi olarak ele alınmaya başlandı ve ilk defa çözümü yönünde bir irade ortaya konmaya çalışıldı. Bu irade hiç de küçümsenecek ve yabana atılacak bir girişim olarak görülmemeli, zira nerdeyse yüz yıllık İttihat ve Terakki paradigması paramparça edilerek bir yol almaya çaba gösteriliyordu. Özü itibarıyla inkâr, asimilasyon ve zaman zaman imhaya dayanan bu paradigma terk ediliyor; evrensel insan hakları çerçevesinde, Kürt meselesinde yeni bir yaklaşım benimseniyordu. Bu yeni yaklaşımın bir gereği olarak, işin içinde tarihle hesaplaşmak da vardı. Örneğin Dersim’in devlet nezdinde bir katliam olarak tanınması ve dönemin başbakanı sayın Erdoğan’ın, devlet adına yapılmış yanlış ve hatalardan dolayı özür dilemesi, ileri demokrasilerde tanık olduğumuz ulvi bir tavrın benimsenmesi demekti. Tabii buna paralel olarak inkâr ve asimilasyonun bir insanlık suçu olarak ifade edilmesi ve yine sayın Erdoğan’ın “milliyetçiliği ayaklarımın altına aldım” gibi beyanları, meselenin çözümü önündeki en büyük psikolojik engelleri ortadan kaldıracaktı.
Thukidides’in uyarıları
İşte barış süreci de bu açılan yolda ilerleyecek ve Türkiye kamuoyunun desteğini çok önemli oranda sağlayacaktı. Ancak seçim süreciyle tılsım bozuldu; sanki “karanlık bir el” Türkiye tarihinin bu en önemli ve en büyük projesinin hayata geçmemesi için devreye girmişti. Önce karşılıklı restleşmelere ve seçim sonrasında da barış sürecinin bozularak, gencecik fidanların, hayatlarının baharlarında yere düşmelerine tanıklık ettik. Yaşadığımız bir kâbus, bir akıl tutulmasıydı. Thukidides’in daha 2400 yıl önce söylediği şu sözler, birkaç haftalık bir zaman zarfında ülkemizin gerçeği olup çıktı: “Barış ve refah günlerinde memleketlerde ve insanlarda nezaket ve asalet duyguları hâkimdir, yeter ki bunları zorlayıcı sebepler bozmasın. Savaş ise gün geçtikçe bolluğu ortadan kaldırdığı için zorbalığa ön ayak olur ve insanların çoğunu bu duruma alıştırır.”
İşte tam böyle bir ortamda, şiddet ve savaşın başlamasıyla Kürt meselesinde haklı bir temele dayanan “esas”, “usule” kurban oluverdi. Artık Kürtlerin mağduriyeti, temel hak ve özgürlük arayışları, savaş ve şiddetin tozu dumanı arasında kayboldu. Thukidides’in sözünü ettiği nezaket ve asalet duyguları uçup gitti; Kürtlere yönelik ev ve dükkân yakmalar, linç girişimleri başladı. Neden? Çünkü asla affedilemeyecek bir “usul” hatası işlenmişti. Oysa bu vahim “usul” hatası işlenmese, Türkiye’de Kürtlerin tüm haklarını elde edebilecekleri meşru bir yol açılmıştı. Şüphesiz bu yol, haklar mücadelesini sivil siyaset ve meşru kanallarla sürdürme fırsatıydı.
Özellikle 7 Haziran seçimlerinden sonra sivil siyasetin elde ettiği mevziler, savaş ve şiddetin artık tümden devreden çıkarılmasını dayatıyordu. HDP 80 milletvekili, 102 belediyesi ve altı milyon seçmeninin desteğiyle, kimsenin burnunun kanamasına bile fırsat tanımadan, Türkiye demokrasisinin standartlarını alabildiğince yükseltip Kürtlerin tüm haklarını sağlayabilirdi. Tüm haklar derken, hattâ ayrılma hakkı dâhil her türlü haktan söz ediyorum. Dün İngiltere’de İrlandalılar, bugün İspanya’da Katalanlar ayrılma hakkını referanduma götürebiliyorsa, bu miadı çoktan dolmuş bir savaşta ısrar etmekle değil, demokrasinin kazanımları sayesinde olabilmektedir. Thukidides boşuna, “demokrasi ile idare edilen memleketler, yabancı milletlere hükmedemezler” demiyordu.
Kabul etmek gerekir ki, bugün Kürt meselesinde “esasın” “usule” kurban edilmesinde PKK’nin çok ciddi bir sorumluluğu vardır. Her ne kadar devlet seçim öncesinde çözüm sürecinin bittiğini sözlü olarak ilân etse de, PKK hiçbir durumda şiddete yönelmemeli, hattâ geri çekilerek meşru ve sivil siyasete yol açmalıydı.
Özerkliği ana dilde eğitimin önüne alma yanlışı
“Esas” ve “usul” konusunda Kürt hareketinin yıllardır yapageldiği bir stratejik hatâ da, özerklik veya özyönetim gibi talepleri ana dilde eğitim hakkının önüne geçirmesidir. Bugün, daha doğrusu son şiddet dalgası başlamadan önce, Türkiye toplumunun ağırlıklı bir kesimi Kürtlerin ana dilde eğitim hakkına sahip olmaları gerektiği benimsemişti. Ancak şiddet ortama egemen olmaya başlayınca, otobüs durağında Kürtçe konuşan bir genç bıçaklanarak öldürüldü, binlerce Kürt linç saldırılarıyla karşılaştı. Halbuki Kürtler özerklik veya özyönetim olmadan da “iyi-kötü” hayatlarına devam ederdi. Ancak ana dilde eğitim talebinin hayata geçirilmediği her gün, Kürtçe konuşanların sayısı azalır, Kürt dili yoksullaşır ve milyonlarca Kürt önce “Kürt kökenli” olur, sonra da asimilasyon çarkına teslim olmak zorunda kalır.
Sonuç olarak PKK, artık Kürt meselesinde “esası” “usule” kurban etme yanlışından bir an önce dönmeli ve derhal tek taraflı bir ateşkes ilan ederek şiddete son vermelidir. Bu hem Kürtler, hem Türkler, hem de önümüzdeki seçimlerin demokratik bir ortamda gerçekleşmesi için elzemdir.