Mahalle hal bilir bilmesine, ortada mahalle kalmış ise de gayrısı bilmez.
Mahalle yoksa, has maya yok, ruhumuza çalınan ekşi maya.
Mahallelerimiz nicedir yok. Yenilenmesi, bayındır kılınması, çağa uygun farklı mahalle modellerinin yaratılması bir yana, düşünülmesi bile gündem dışı.
Keşke yere yakın, elimiz ayağımız topraktan/bahçeden kesilmeden yaşayabileydik…
Nasıl? Hızla çoğalan nüfus, ona yetmeyen kentler, iş peşinde, vatan bulmaya göçeduran insanlarla, nasıl? Dikine yaşayacağız, belli, dikine ve diken üstünde…
Bu yazıyı eski mahallemizden yazıyorum. Ne mutlu ki, biz mahalle çağı çocuklarıyız. İzmir, Tarsus, İstanbul’da, mahalle çocuğu ve yetişkiniydik. Hoşluğunu da yaşadık, yetmezliğini de. Mahalle benim gözümde koca bir somundu, tava ekmeği biçimi, çorba tasıydı, atan kalpti, bir helke suydu. Diriltir, doyurur, korur, tıpışlar, derd olanda avutur, derdin alır.
Diğeri, hele o hepten çok katlı, akla ve ruha ziyan yapılar dolma oyacağıydı, kından çekilmiş hançerdi. Çukurova’nın artık olmayan ince, küçük parmaktan da ince, uzun, demirden dolma oyacakları olurdu eskiden, ince uzun kabağı oymak için. Tıpkı ona benzetirim çok katlı yapıları, içinize girer, oyar, söküp atar, kalan kabuktur.
Eşrefpaşa’daki mahallemiz hâlâ şehrin rüzgar ve bela çağıran tepelerinde, hâlâ eskisi gibi göç insanları yaşıyor, altmış yılın evleri kör topal ayakta, kaçak yapılar da onları aratmıyor. Bir var ki halk sağlığı/temizlik eksilere düşmüş. Yeşil başını alıp gitmiş. Kentsel dönüşüm geliyor diye onarım falan hakgetire. Eskiden Rumca, Ermenice, İbranice çalınırdı kulağımıza, Arapça… Şimdi bu diller, Arapça dışında silinmiş, hiç yok, Kürtçe ve Arapça baskın, yerel giysiler gene şıngır mıngır, altın dişli kadınlar almes renkli kadifeleriyle salınıyor, sokağın pisliği uzun eteklerinde.
Önümüzde koca bir yeşil alan vardı, otu çiçeği börtü böcüsü, hayvanlarıyla soluk alırdık.
Şimdiki gibi kurtarılmış yeşil noktacıklar değildi, toplanıp onu savunan, pankart açan da yoktu. Evin karşısındaki yeşil denize kilim serip oturur, uçurtma uçurur, safa yapar, soluklanırdık. Şimdi çok katlı yapılar var, beş altı katı geçmese de çok katlı gecekondu denebilir bunlara, ötekilerden düzgün olsa da hepsi estetik yoksunu, demir yığını, kirli ve keyf’siz binalar.
Mahalle oysa keyf verir, vermesi gerekir, evin içi kadar dışına da özenilir, konu komşu hatırı gözetilir… Mahallenin çevresinde kümelenen her yer, o mahalleye benziyor, sosyal bir genetik bildiğini okuyor, bakkal, manav, sağlık ocağı, tamamı mahalleniz kadar temiz, yani şey götürüyor, mahalleniz kadar estetik, düzgün, incelikli. Kako’dan aşşaa Eşrefpaşa (!) güzergahında Bayramyeri Damlacık üzerinden Memleket Hastanesi'ne yokuş aşağı iniverdiğinizde, şehrin en eski, en güzel mahallelerindeki bozulmanın, dörmedöküm bırakılmanın farkına varıyorsunuz…
Şehir zenginleştirirdi, değil mi? Artık öyle değil… Alır verir, insanlarıyla, kültürleriyle hemhal olur, çala çala bir havaya dönerdi, değil mi şehir? Gelenin getirdiğini koruyarak, ama, kendini de gelenin hışmından esirgeyerek, karşılıklı iyiye güzele, kıymet bilirliğe mayalanarak… Artık öyle olmuyor, kılavuzsuz ve şaşkın, şehirli.Şehirli mi? Şehirli olma çabası bile olmayan da şaşkın, şehrin kendi de… Oturanın ve yeni gelenin içinde bir cevher varsa, o artarak sürer, yok’a yok eklersek eder iki yok… Evler, yani o evlerdeki aileler, mahalleyle gür gümrah olur, mahaleler olması gerektiği gibi olunca da şehirler imar olur. Bu üçü birbiriyle kan kardeş.
Bu yazıya başlarken, İsmail Kara’nın ‘Şehircilik Şurası vesilesiyle Turgut Cansever Hoca’yı yeniden anmak’ başlıklı yazısı çıkageldi… (Y. Şafak, 31 Ocak,Salı) Cansever üstadın bu konudaki düşüncelerini ana hatlarıyla hatırlatmış.
‘Türkiye’nin konut stoğunun yetersiz, sağlıksız,kültürel kodları ve tabiat şartları ve sevgisiyle uyumsuz, eskimiş olduğu… Hızlı nüfus artışı ve göçün, deprem tehlikesinin mevcut yapı stoğunu yenileyip dönüştürmeyi kaçınılmaz kıldığı… Mimaride yeni yönelişleri ortaya koyabilecek tek ülke olduğumuzu… 50’lerden bu yana bütün iktidarlarca tahrip edilen (yani canına okunan…A.K) tarihi şehirlerimizin tarihi dokusu korunarak’, bu zamanlarda gereken yeni unsurlar dokuya ters düşmeden eklenerek bu tahribin kısmen de olsa giderilmesi… 'Örnek mahalleler inşa etmek,’ Sivas Kaleardı mahallesi örnek çalışması gibi… 'Türk şehircilik unsurlarını ve konut-yapı mimari birikimini devreye sokup yeni, yaşanabilir, sürdürülebilir, gelişmeye müsait şehirler yapmak…’
‘Her seviyede insanın (bir arada…) oturabileceği binaları, daireleri farklı büyüklükte ve birbirini tekrarlamayan, mabedi, okulu, sosyal tesisi, yeşilliği olan, insan ve kültür ilişkisi, akışkanlığı öngörülmüş, önü açık, çarşılı pazarlı, tabiata yakın, ağacı, çiçeği, kuşu, börtü böceği (bile) düşünülmüş bir mahalle yapmak…’
Mahallelerimiz, mahalle kültürümüz bize geçmişin emaneti.
Bu konuda düşünmüş, çile çekmiş, örnekler sunmuş üstadların hayalleri de hepimizin mirası, en çok yerel yönetimlerin, ilgili bakanlıkların…
Mahalleleri koruyamadık, bir selin önüne katıp sürüklediği mahalleleri.
Hiç değilse yerine gelmekte olan toplu konutları, subay lojmanı tek tipliği ve zevksizliği içindeki tel örgülü, güvenlikli seçkinler sitelerinin naylonluğunu, tamamının kentlerimizdeki varlığını irdelemeyi, daha iyi biçimleri, belki bu çağın mahalle modelini, bir arada, insanca, doğayla uyumlu yaşamayı istemeyi başarabileydik…