Size bu mektubu ben büyüdükten, siz asıldıktan çok sonra yazıyorum, Adnan Bey.
55 yıl önce 27 Mayıs günü darbe yapıldı. Faş malamat etmek için argılar gibi yapıp ertesi yıl 17 Eylül’de, güpegündüz ipe çektiler sizi. Oysa sabaha karşı asılır hükümlüler, siz gündüz gözüyle, on dört sularında …
Kurtuluş savaşında filizlenen, cumhuriyetle dal budak salan, umut insandınız siz.Hayata Osmanlı vatandaşı olarak 1899’da merhaba demiştiniz.
Tek parti dönemi sonrası iktidara gelen Demokrat Parti genel başkanı ve başbakanken asılan kişisiniz. Çakırbeyli çiftliği sahibi, ağa…Hasbey…
Efeydiniz, bütün nitelikleriyle esaslı efe…Ve sonu acı biten bir masalın kahramanı.Masal kahramanlarına sahici hayatta yer olmuyor, beyefendi…
Toplumsal belleğimizden ve kalbimizden silinmeyen, hiç silinmeyecek bir fotografiniz var.
Elleriniz arkadan kelepçeli, sehpaya yürürken.17 Eylül 1961, Bursa, İmralı’da, darağacı gölge
sinde, sehpasına yürüyen bir başbakan, bir de mekana vurulmuş, silinmez ayıp mühür.
Zaman herşeyi eskitti, acının, utancın , ayıbın mührü hiç solmadı…
Oysa daha düne kadar sonsuz ufuklara yelken açıyordunuz, yeni ve güçlü Türkiye hayaliyle coşarak. Ölmeyi deniyorsunuz, kendi celladınız olmaya izin yok, kurtarıyorlar. Asmak için kurtarıp, komadan çıkınca asıyorlar.
Söylemek kolay, yapması hüner ister elbet; demokrasi zorlu tango, herkesten dikkatli adım, özen, incelik ve cesaret istiyor. Kumpas, iktidarın en güçlü olduğu sırada onu güçsüz gösterecek tertipler, hedef şaşırtan hainleri istemiyor, demokrasi.Seçilip gelenin cana kastla, horlamayla, binbir tertiple gönderilmesi ucuzluğuna sahici demokrasilerde yer yok!
Çiftçi, sporcu, kaleci, hukukçu, eş ve baba, başbakan ve incelikli adamsınız, farklı işleriniz olmuş. Kimi zaman bütün kimliklerini birden kuşanmışsınız.Bireysel zaaflar, kişisel duygular bilinsin istememişsiniz, o dönem insanları farklı terbiyeli, ketum, sır kişiler.Ama, öyle olmamış, sır bohçanız yırtılıp, ortalığa saçılmış.Bunu kimse haketmez.Sonradan düşünmüş olmalısınız; eliniz siyaset yerine toprağa düşseydi, Çakırbeyli’den hiç ayrılmasaydınız, ömür hikayeniz nasıl yazılırdı, memleketin hikayesi nasıl?
Hücrenizde uyandırıldığınızda, hastaydınız, doktor tümgeneral ‘yasa ve vicdan yönünden vebali büyük’ diyerek, asılmanizı onaylamadı, Istanbul arandı, helikopterle Üsküdar deniz hastanesinden bir profesör getirildi. Uyguladığı ilaçla toparlanınca, karşı çıkan tümgeneral de imza verdi. Postanız olan er, siyah takımınızı getirdi, o vakit memlekette olmayan rugan ayakkabılarınızı giydirip, bağcıkları bağladı. Cellat sonradan o ayakkabılara göz koyup, alacak, benden duymuş olmayın.
J15 hücumbotuyla güneş artık tepedeyken Yassıada’dan İmralı’ya hareket edildi, üç subay, dört asker, bir sabık başbakan.Paşalar kaptan köşkünde.Kemal teğmen kırmızı uçlu Hanımeli sigarası tutuyor, içiyorsunuz.
Adanın üstünde uçan uçakları, helikopterleri ve silahını kalçada tutan erleri görünce, anlıyorsunuz…
Zaten bildiğiniz seramoniyi niye tekrar yazıyorum?Söyleşmeye kapı mı aralıyorum?
Bunları nöbetçi askerden öğrendik, başsavcı Egesel yanınıza gelip, ‘Ya Menderes, gördün münerelere kadar düştün’ diyor, istihzayla. ‘İşte, ölüm fermanın yakanda’.
Ada komutanı gelip de teğmenler kefeninizi giydirdikten sonra bir su ve sigara molanız var. Güryay geliyor gene, ‘Güle güle’ diyor, ölüme giden adama güle güle…Sonra da :’Ağzımdan kaçırdım Adnan’cığım’ diye ekliyor, gülerek. Susuyorsunuz.
Avukatınız Talat Asal ve Apaydın. Kurala uyulmuyor, infazda yoklar.Asal, tek isteğinizin ‘dikta tör olmadığınızı savunmak,’ olduğunu söylüyor ve yaptığınız hizmetlerin anlatılmasını.
Siyasi-gayrı siyasi kişilere atıfta bulunulmaması gibi siyasi vefa örneği tutumla, on yıllık iktidarınızdaki sosyal ve ekonomik icraatın bütün ayrıntılarıyla sergilenmesi , vatana ihanet etmediğinizin anlatılması, tek isteğiniz…
Davanın sonunun taa başından belli olduğunu söyleyen Başol, odanızın üstünde aralıksız çalıştırılan o gürültü aletinin kaldırılmayacağını pervasızca açıklıyor:
’Sizi buraya tıkan kuvvet böyle istiyor’
Bu azap içinde, tutuklandığınız andan son ana dek tahammülfersa gürültüyle başbaşa yaşadınız, sonra da asıldınız. Sizinle birlikte demokrasi de ipe çekildi, beyefendi…
Avukatınız sonradan Bebek, köpek ve örtülü ödenek davalarınızı, Don Davası, Cımbız Davası, Köpek Davası adlı kitaplarda yayınlayarak, adaletin ne hale getirildiğini sergiledi.
Adada, bağların üstündeki boşluğa gömüldünüz…Aynı yerde 66 mezar daha kazılmış, önceden.
14 Mayıs 950 seçiminde % 89 seçim katılım oranıyla DP oyları % 53.3.
954 seçimlerinde oylarınızı % 3.2 arttırarak gene iktidarsınız.Hayvan vergisi, yol ve yeşil ekin vergisi denen zulüm vergilerinden bezen vatandaş, bunlar kaldırılıp ezan da aslı gibi okutulunnca , kısaca siz bir akıl devrimi yapınca, ardınızsıra yürüyor, bütün bunların cezasız kalmayacağı belli…
Saat yarım, asılmanıza 22 saat kaldı, içimi her yıl olduğu gibi bir kasavet bastı, her yıl Mayıs’ın 27’sinde değil, asıldığınız 17 Eylül’de bir de 12 Eylül’de böyle oluyorum. Biliyor olmalısınız çünkü o darbeyi yapan ergeneral de sizin tarafta şimdi. Ona böyle sesleniyoruz, cenazesine tek kişi katılmadı, üstelik sizin iki katınız yaşadı, ona yaşamak denirse… Siz ipten alınıp, bağ arasına gömülseniz de, asıl makamınıza taşınmadan önce ve sonra hep anıldınız, hep beyefendi ve başbakan dedi insanlar, arkanızdan…
6-7 Eylül tertibini, dayatılan tarihi değil, gerçek tarihi merak edenler doğru kaynaklardan okusun…Ama konuşmanızda, tahrikçi ve tertipçilerle bunların oyuncağı olanların oluşturduğu iki ayrı zümre dışında bir üçüncü zümreden sözettiğinizi dikkate alarak…Bunlar size göre ’ iç tahrik ve kışkırtma politikasına maruz bırakılmış bazı tutucu gazetecilerdir…Bunlar, aynı vata nın evlatları olan kardeşlerini düşman gibi görme gafletine düşürülmüş, içlerinde tutuşan kin ve husumet ateşiyle gözlerine ihtiras ve gaflet perdesi çekilmiş , vatandaşını düşman telakki eden bedbahtlardır.’
Eski devrin ‘o hürriyetsizlik ikliminden çok partili idareye kavuşmuş vatanda, hürriyetsiz ve tek parti tahakkümü altında seçim yapmadan iktidarda olmanın, yapıldığında ise rey sandıklarının kırılıp, mazbataların tahrip edilip, çalınıp, millet iradesinin çiğnendiği misalini görmüş, yaşamışız. Türkiye’miz asırlarca yapılmayanların on sene içersinde nasıl yapıldığını, ziraat, sanayii, madencilik, nakliye ekonomisi, iktisadi hayatın bütün kollarında akla sığmaz bir süratle, asırlık mesafeyi on sene içinde aldığını görmekteyiz…Yalan haber, korkunç dedikodular, tahripkar şayialar ortalığa salınarak, vatandaşın idraki zaafa, iradesi felce uğratılacak, usul bu, taktik bu…’
Siz içerdeyken dışarda kopan kıyameti biliyor, seziyor olabilir misiniz?
‘Hukukun sızacağı iğne ucu kadarcık bir aralık’ da yoktur ki infaz engellensin.
Hukuk yoksa ne demokrasi, ne umut, ne hayat…
Elli kelimeye sığmak…Bu mümkün mü?Bu nasıl ezadır?Siz Yassıadada tutukluluk sürenizce, ha inane bir mektup rejimi ile de perişan edildiniz.Günde elli kelimeyi aşmayan mektup yazma ve alma hakkınız var …
Biz sizi aşklarınızla da bildik, beyefendi.Sanırım aşk ve ülke idaresinin en tepedeki ismi yalnız sizde biraraya geldi.Ama bir de evliliğiniz var, evladlarınız ve çilekeş eşiniz Berrin hanım…
İzmir’in bilinen, soylu ailesinin kızı, babası belediye başkanlığı yapmış, annesi Naciye hanım pek akıllı, edibe ruhlu, yazılar yazan, sosyal bir hanımefendi. Berrin hanım.
Anneniz Tevfika hanım da babanız Katipzade İbrahim Ethem bey de, halanız da ardarda ölüyor, veremden, size analık etme çabasındaki kızkardeşiniz Melike de…Bu kayıplar altı yaşınız da gerçekleşiyor. Geniş topraklarınızdan kendinize üç bin dönümü ayırıp, otuz bin dönüm verimli araziyi halka bedelsiz dağıtınca, size Hasbey diyorlar …
Ömrünüz kayıplar manzumesi …Babaanneniz Fıtnat hanım sahiplenip, İz mir’de büyütüyor, Başoturak, Kestelliye açılan Karanlık Sokak’ta. Aileden elinde kalan tek cansınız, o yüzden mahallede oynayan çocuklara camdan bile katılamıyorsunuz.Hamurunuzu Fıtnat hanım yoğuruyor, sığındığınız kucak oluyor.Kızılçullu’daki Amerikan mektebinde okuyorsunuz, Hukuk daha sonra… 16’nızda, Fıtnat hanım da aynı hastalıktan ölünce, Ethem Menderes İle dayanışıyorsunuz, yakın arkadaşınız, birlikte okuyup, askere beraber gittiğiniz, birinci dünya savaşında…Çanakkale, Kafkas cepheleri olmasa da, Irak, Suriye buhranlı cephelerdir ve kıs met işte, size Suriye çıkar.Pozantı’da hastalanınca, henüz ortalıkta Kinin falan da yok , kırk kiloya inince, İzmir’e gönderilmek için bile aylarca beklenir.
Orada sizi hem Ethem bey beklemektedir, dedenizin Çakırbeyli çiftliğinde hem de Karahumma…Söke piyade alayında askerlik ardından büyük taarruz ve zafere çıkar yolunuz ve istiklal madalyanıza…Kahramanlık da bey’lik de ağır yük… Öte yandan Fıtnat hanımın sözleri kulağınızda: Çiftçilik peygamber sanatı…Hem onu, hem toprağı dinleyince onu anlarsınız, toprak da sizi hiç yanıltmaz…Siyaset yanıltır, dostlar yanıltır, size candan bağlı partililer yanıltmaz bir de.
Atatürk henüz gazi Kemal paşayken, teyzeniz Güzin hanıma talibolmuş.Bir Osmanlı zabiti , az kazanıyor diye, vermemişler, verselermiş bacanak olacakmışsınız…
O zamanın behrinde(!) tesadüfmüş gibi Kemeraltı’nda bir pastanede, biraraya getirilmişsiniz. Sözlünüzün tek ricası vardır sizden; siyasete girmemeniz…
Serbest Fırka seçimi kazanınca kapatılıp, Bayar’la Vasıf Çınar gelip, ‘Halk Partisini ille sen kuracaksın Adnan bey’, diyorlar. Atatürk de gelsin mi o ara, Aydın’a Hiç kalmayıp , Denizli’ye geçe cekken, akşam orada kalmaya karar veriyor.Konuşuyorsunuz, anlattıklarınızı rapor olarak da istiyor.Sabah hayırlı olsuna geliyorlar, mebus oldunuz diye.
Berrin hanımdan, zehir zemberek telgrafı geliyor,’ nasıl olur, niye kabul ettin? diye. Kayınvalideniz diyor ki,’ benim bildiğim Adnan seni bu telgraf yüzünden boşar. Böyle şeye ge lecek adam değil, damadım…’
2 Eylül nikahlandığınız gün, Karşıyaka’da, alayişsiz, aile arasında…
Yassıada’ya bir mektup yazıyor Berrin hanım, son mektuptur bu, 2 Eylül’ü anlatan… Yarısı yırtılarak veriliyor size, sakıncalı görülen elli kelimenin bazen böyle yırtıldığı, sözcüklerin de demokrasi gibi tıpkı, imha edildiği oluyor, eşinizden aldığınız son mektubun yarısı yırtık…
Darbenin ardından, 28 Mayıs günü Ulus gazetesinde Ecevit orduya esas duruşta: ‘ Karanlık günlerin sona erdi, günaydın Türk milleti!’ diye ve ‘Sağolasın Türk Ordusu’ minnetiyle. (Kahramanlık ve dürüstlüğün, şefkatin ne demek olduğunu, medeniyet demek olduğunu, kahraman ordunun darbe yaparak bunu dünyaya bir kere daha gösterdiğini söylüyor…)
Çetin Altan da darbe sabahı Milliyet’teki köşesi Taş’ta darbeye selam çakmaktadır:
“Bu hareketin meşruluğu ve büyüklüğü, yıkılanların gayrimeşruluğu ve küçüklüğüyle makûsen mütenasip olarak bir abide gibi ortaya çıkmaktadır”
“Bize bu günleri taddıran ve bir milletin haysiyetine konmıya çalışan tozları bir üfleyişle temizleyiveren Türk Silahlı Kuvvetleri sağolsunlar.’
Bu kesmeyince, iki gün sonra gene yazar:
‘Elbet sizler gidecek değil götürülecek adamlarsınız. Ve bu gidişte en şanslı merasim bir çöp arabasıyle yapıldı…Hiçbir zaman insan olmasını bilemediler, bari son dakikada biraz haysiyet sahibi olmasını bilselerdi de lağızımlık dolaplarına saklanmasalardı…’
Umulmaz ama, Aziz Nesin de aynı telden çalar:
(… ) Sağ ol generalim, sağ ol albayım, yarbayım, binbaşım, yüzbaşım! Sağ olun yiğit komutanlarım! Varolsun Türk ordusu…
28 Mayıs 960 ‘Az gittik uz gittik’ Aziz Nesin- Akşam.
Darbeler/muhtıralar/işgal denemelerinde kalem erbabının neler söyleyip, yazdığına dikkat !
Yassıada komutanı Güryay’ın sizi ayakta tutup, yerinize oturarak ve ayaklarını uzatarak, oğullarınızın yer vermesini de engelleyerek çektirdiği fotoğrafı unutmak zor…
Edilen zulmü de… Cellad parasının bile ailenize ödetildiğini, misal…
İhtilal sonrası Gürsel’in ilk işinin İnönü’yü arayıp bir emri olup olmadığını sorması üzerine, İnönü’nün, ‘asıl ben sizin emrinizdeyim’ demesi…
Hakim Başol’un incitici tavırları, emredildiği gibi tıpkı…Necip Fazıl mı vatansever? Diye çıkış ması, örtülü ödenek tanığı olarak dinlendiğinde…Şimdi aynı soruyu sormak için çok geç, hakim Başol mu vatansever, yoksa Menderes ve Necip Fazıl mı?diye…
Bu mektubu 16 Eylül günü yazıyorum size…Zor yazıyorum, içimdeki sızı kalemin belini kırıyor. Asılmanıza 12 saat kaldı…Küçüktüm, çok küçük, yemek masasında haberleri dinliyorduk. Asıldığınız haberi radyodan okununca annemin nasıl ağladığı dün gibi gözümün önünde, oysa halk partiliydi…
Millet alyansını orduya bağışlarken de vermemişti, sağduyulu davranmıştı bence, ağlaması, orduya alkış tutmayışı, alyansını vermeyişi bir dersti, yarım yüzyıl sonra anlayabildim.
Ama ötekilerden anlamayan çok…
En güzel anlayan, darbe gecesi ekranlardan haykıran hanımefendiydi, ‘babam Menderes’e ağladı, ben Özal’a ağladım, çocuklarım Erdoğan’a ağlamayacak! Ağlamayacak!’
Darbecilerle, onlara alkış tutanların adını bugün bilen, anan yok, ama, sizin adınız her yerde, itibarınız da öyle…Darbenin iki hafta öncesine kadar memleketi geziyordunuz, Demirköprü barajını açıyordunuz, yanısıra da sonsuz ufuklara yelken açıp, yeni ve güçlü bir Türkiye hayalleriyle coşuyordunuz.Elbet kimilerine batıyordu bu hal…
Yassıada’dan sehpanızın kurulduğu adaya götürülürken deniz patlıyor, bir yandan da af haberi çıktı çıkacak, öyle umuyor yüzde altmışa yakın oy veren partili…
Sonradan teknedeki asker anlatınca öğreniyoruz ki, af çıksa bile, denizin üstünde teknede sehpa kurup, affa rağmen asacaklarmış sizi…
Siz daha ipin ucunda dönüyorken , adada askerlerin kutlama yaptığını, siz gene de bilmemiş olun…
Bu ihtilal oyunu sizden sonra pekçok kere sahnelendi beyefendi, ama, yazarı ahmak, sahneye koyan yeteneksiz ve korkak, aynı zamanda hain, neyse ki seyirci hepsinden akıllı…
‘Tribünlerden inemedik, hiç sahada olamadık’ demişti bi vakitler Ecevit.
İşte şimdi millet sahnede, sahada…Kimse tribünde zaman yitirmiyor, darbeyi /işgali demokrasinin ufkundan siliyor.
Bu günleri de gördük ya, ölsek gam yemeyiz gayrı.