Star gazetesi yazarı Selahaddin Çakırgil’in ‘FETÖ davalarındaki mağduriyetler’e dair kaleme aldığı onca eleştirel yazıya rağmen gazetede yazmaya devam edebilmesini herhalde ancak onun İslami kesimdeki büyük prestiji ile açıklayabiliriz.
Çakırgil, ilk uyarısını daha darbenin ilk haftalarında kaleme aldığı ‘Bu yara bizi öldürmez, ama haksızlıklar mahveder’ başlıklı yazıyla yapmıştı.
Sonraki haftalarda ve aylarda ise somut örnekler eşliğinde soruşturmaların ve davaların gerçek suçluların yanı sıra geniş bir mağduriyetler kümesi yarattığını ve bunun da altından kalkılması çok zor bir adaletsizliğe yol açtığını savundu.
Temel önerisi, yargılamaların 15 Temmuz darbesine fiilen katılanlar (“aslî failler”) ve onların destekçileri ile (“aslî fail durumunda olmayan diğerleri”) sınırlı tutulması idi. Fakat hepimizin bildiği gibi böyle olmadı. Olmayınca, o da şöyle şeyler yazdı:
“Müslüman kimliğiyle de bilinen bir avukat arkadaşla biraz sohbet ettik.. F.G. Cemaati’yle ilgili olarak Tayyip Bey’in geçen sene yaptığı, ‘Tabanı ibadet, ortası ticaret ve tavanı hıyanet’ tanımlamasını hatırlattıktan sonra; ‘Amma gel gör ki, bir zamanlar tıpkı Tayyip Bey gibi, hayırlı bir hizmet yaptıklarını düşünerek F.G.’ye sempati ile bakan, o ‘ibadet’ ehli, bugün en büyük darbeyi yiyor.” (12 Haziran 2017).
“(…) Bu cemaatin içinde yer alıp, tongaya düşürülen binlerce insan tutuklandı, tutuklanıyor. Çok fazla kişiyi tutuklamakla başarılı mücadele verileceği sanılıyor herhalde. (…) Bu mücadele tarzı, en fazla da FETÖ’nün işine yarıyor ve bu uygulama bünyeyi zehirliyor, yazık oluyor. Bizden hatırlatması.” (31 Temmuz 2017).
“Daha önce de defalarca yazıldı bu sütunda.. Darbe hıyanetine direkt olarak katıldıkları belirlenenlere asla acınmamalıdır, merhamet de edilmemelidir, evet amma (…) O darbe teşebbüsünde aktif olarak vazife almamış, asıl mahiyetini en yukardaki sorumlular gibi, yıllarca mâsum bir cemaat ve hizmet hareketi veya bir hocanın vaazları zannederek bir araya gelmiş bir hareketin içinde yer alan herkese yönelik yaygın gözaltı operasyonlarıyla insanların ‘sosyal itibarları’nın çiğnenmesi sağlıklı bir yöntem mi?” (19 Kasım 2017).
17-25 Aralık miladı ve ‘herkes aynı çuvala’ modeli
15 Temmuz darbesine karşı yürütülen mücadele Çakırgil’in önerdiği tarzda gerçekleşmedi. Çünkü darbenin “aslî failler”i, “aslî fail olmayan diğerleri” ve darbeden haberi bile olmayan geniş cemaat tabanı arasında hiçbir ayrım yapılmadı, hepsi aynı çuvala konuverdi.
Bu süreçte Cumhurbaşkanı Erdoğan bir de ‘milat’ belirledi: 17-25 Aralık 2013. Erdoğan’a göre, 17-25 Aralık bir darbeydi, bunu kendisi bütün konuşmalarında öyle ifade etmişti, dolayısıyla o tarihten sonra da Cemaat’e bağlılığını sürdürmüş; söz gelimi bankasına para yatırmış, okullarına çocuklarını göndermiş, gazetelerine yardımda bulunmuş olanlar da Cemaat soruşturmalarına ve yargılamalarına tâbi olacaklardı.
Bu ölçüyle on binlerce insanın kamudan atıldığını, soruşturma geçirip yargılandıklarını biliyoruz.
Medyanın malûm durumu nedeniyle, yaşanan kitlesel adaletsizliğin gerçek boyutları ortaya çıkmıyor, bu mümkün olduğunda hepimizin çok şaşıracağı muhakkak.
Medya bırakın bu mağduriyetlerle ilgilenmeyi, imam-cemaat meseline uygun biçimde 17-25 Aralık 2013 ölçüsünü bile yeterli görmüyor, “daha geriye, daha geriye” diye haykırıyor.
Hemen aklıma gelen iki taze örnek:
Birincisi: Geçtiğimiz haftalarda aHaber’deki Canan Barlas’la Gündem programında, Muharrem İnce’nin, öğretmenliğinin ilk yıllarında Yalova’da Cemaat’in dershanelerinde ders verdiği hatırlatılarak İnce’nin ‘FETÖ’ ile iltisakı imâ edilebildi mesela. (Neyse ki, katılımcılardan biri, o zamanlar Cemaat’in meşru olduğunu söyleyerek meseleyi kapattı.)
İkincisi: Bu da 2009’dan… Hakan Şükür’ün o tarihte kurduğu şirketin ortaklarından biri şimdi AK Parti milletvekili adayı olmuş. Bu, nasıl oluyormuş?
Karamollaoğlu haklı: Bu ölçüyle…
Suçlama halkasını “daha da, daha da” genişletmeye çalışanlara baktıkça aklıma Red-Kit’teki Mezarcı karakteri geliyor. Malûm, keçi sakallı bücür Mezarcı ekmeğini mevta defnetmekten çıkardığı için, katıldığı her duruşmada hâkim jüriye kararını sorduğu anda atılıp ‘asalım’ diye bağırır. Aslında kendisi de geçmişinde benzer suçları defalarca işlemiştir, fakat ne yaparsın, ekmek parası!
Gel zaman git zaman o da zanlı olarak çıkar hâkimin karşısına ve suçlu bulunur. Hâkim jüriye ‘ne yapalım’ diye sorduğunda da ezberini bozmayıp ‘asalım’ diye bağırır.
Şimdi herkesi ‘FETÖ’cülükle’ suçlayıp ‘cezalandırılsın’ diye bağıran iktidar yanlısı kalemlerin ve siyasetçilerin geçmişlerine bakılsa kimbilir neler neler çıkacak, ama bakılamıyor işte.
Mevcut cezalandırma ölçütleriyle bakıldığında, Temel Karamollaoğlu’nun “AK Partililerin yüzde 75’i içeri girer” suçlaması basit bir polemikten çok öte anlamlar içermiyor mu:
“Bir ihtilal denemesi oldu. O ihtilali kim denedi. Senin getirdiğin insanlar. ‘Ne istediler de vermedik’ diyecek kadar ileriye gittin. (…) Makam mevki sahibi olmak isteyen halkı onlara siz yönlendirdiniz. Ben eğer bugün başkalarına uyguladıkları kıstasları AK Partili üyelere uygulasalar bunların yüzde 60 hapse girer diyordum. Meğer az diyormuşum. Şimdi onu değiştirdim 60 yetmez en az yüzde 75’i girer diyorum.”
‘Milat’ neden 7 Şubat 2012 değil?
Gülen cemaatinin kriminal unsurlarıyla tabandaki geniş sempatizan halka arasında ayrım yapmayan soruşturma-cezalandırma süreci sadece büyük sorunlara yol açmayacak, aynı zamanda büyük soruları da gündeme getirecek.
Türkiye iktidar için ‘tehlikeli’ soruların sorulabildiği bir ülke haline geldiğinde ilk sorulardan biri şu olacak: Gülen Cemaati’nin devleti yasa dışı yollarla ele geçirmeyi hedefleyen bir ‘suç örgütü’ne dönüşmesinin başlangıç tarihi neden 7 Şubat 2012 değil de 17-25 Aralık 2013?..
Öyle ya: ‘Yolsuzluk perdesi arkasında hükümeti devirmek’ Cemaat’i suç örgütü yapıyor da, nihai hedefi ‘Başbakan’ı tutuklamak’ olan ‘MİT operasyonu’ neden yapmıyor?
Bu soru sorulacak, çünkü bizzat Cumhurbaşkanı Erdoğan, 7 Şubat’ın ne olduğunu yıllar sonra şöyle anlatmıştı:
“MİT müsteşarının ifadeye çağırılması, eğer ifadeyi verseydi, tutuklansaydı, arkasından hedefin kim olduğunu gayet iyi biliyorum. Ama kendisine söylediğim, ‘Kesinlikle gitmeyeceksin’ dedim. ‘Yardımcılarını da göndermeyeceksin’ dedim. Polis gelir de seni almak isterse, ‘güvenlikçilere talimat var, içeri almayacaklar’ dedim.” (43. muhtarlar toplantısı, 11 Ocak 2018).
Erdoğan, Hakan Fidan tutuklansaydı sıranın kendisine geleceğini daha önce, Başbakan’ken, buradakinden de net bir biçimde dile getirmişti.
Yani: Şayet Gülen Cemaati hükümeti darbeyle devirip devleti ele geçirmeyi hedefleyen bir örgütse, bu dönüşüm en geç 17-25 Aralık’tan iki yıl önce, 7 Şubat 2012’de gerçekleşmiş demektir. (Denebilir ki, 7 Şubat 2012’de ‘darbe’nin Cemaat işi olduğu o kadar da kesin değildi, hükümet, olan biteni ‘eski Türkiye’nin klasik güçlerinin işi olarak algılamış olabilirdi. Olabilir, fakat ben 15 Temmuz 2016’dan sonra ‘milat’ın 17-25 Aralık olarak ilan edilmesindeki probleme işaret ediyorum. Çünkü o tarihte artık 7 Şubat’ın Cemaat işi olduğuna dair kanaat kesinleşmişti, dolayısıyla, şayet kendi ölçüleriyle tutarlı olacaksa, iktidarın, Cemaat’in ‘FETÖ’ye dönüşmesinin başlangıcını 17-25 Aralık 2013 olarak değil de 7 Şubat 2012 olarak belirlemesi gerekirdi.)
Ne var ki iktidar öyle yapsaydı, o tarihten itibaren Cemaat’le işbirliğini kesmemiş herkesi suçlaması gerekecekti ki bu da en başta kendisini zan altında bırakacaktı.
Günü geldiğinde bir savcı bu gerekçeyle bir soruşturma açarsa, onun sorularına ikna edici cevaplar bulmak çok zor olabilir.