Ana SayfaYazarlarModernliğe İslam ve İslamcılar da direnemedi

Modernliğe İslam ve İslamcılar da direnemedi

 

Mehmet Metiner, geçenlerde kaleme aldığı bir yazıyla, hayatının son dönemini her türlü samimiyet sorgulamasını baştan boşa çıkartacak bir üslupla ameliyat masasına yatırdı ve “pişmanım, beni affedin” dedi:

 

“Başkalarını bilmem. Başkalarını da kendim gibi görerek suçladığım zinhar sanılmasın. Bu benim kişisel serüvenim.

 

Bu benim kişisel halet-i ruhiyem. Bu benim kişisel mülahazam. Ve işte buradan apaçık ilan ediyorum: Pişmanım.”

 

Metiner her ne kadar kişisel bir tespit ve özeleştiri yaptığını söylese de, “biz” özneli yazısının, dünyayı “İslam’ın dili”yle kavrama ve değiştirme iddiası taşıyanlara dair daha kapsayıcı bir hüküm içerdiği apaçık:

 

“Dünyevileştikçe yürek yanımız zayıflıyor. Emellerimiz artıkça, amellerimiz eksiliyor. Nefsimiz her geçen gün azgınlaşıyor.

 

Nefsimize gem vuracak yüreğimiz kirlerle ve günahlarla örtülü. O yüzden nefsimize yenik düşüyoruz. Kimimiz şu ölçekte, kimimiz bu ölçekte. Ama bir biçimde nefsimize yenik düşüyoruz. Utanacağımız yanlışlıklar yapıyoruz. Başımızı öne eğdirecek günahlarımız hayatımızın bir parçasına dönüşmeye başlıyor. Birimiz yükselmek için diğerinin ayağına basıyor.

 

Daha çok yükselme hırsı dur durak bilmiyor. Daha çok kazanma hırsı yiyip bitiriyor o pak yüreklerimizi.

 

Kutsallarımız çoğu kez sözde kalıyor. Pratik hayatımızı şekillendiren gerçekler üzerinden yeni ilkeler ihdas etmeye başladığımızda giderek kendimiz olmaktan çıkıyoruz.

 

Hayatımızı kutsallarımıza göre tanzim edeceğimize, sürüklendiğimiz yeni hayatlarımızı meşrulaştıracak yeni ilkeler ve argümanlar üretiyoruz. Giderek kendimiz olmaktan çıkıyoruz. Bir başka şeye dönüşüyoruz.” (Star, 12 Aralık 2016).

 

‘Ne oluyor bize’nin son örneği

 

Mehmet Metiner’inki, dindar entelektüeller arasında bu türden ilk yakınma değil; fakat herhalde en “damardan” olanı… Yazıya rengini veren çok güçlü ifadeler, “doğruluğuna inanılan” ile “fiilen yaşanan” arasında çok büyük bir makas oluştuğunu, bunun da baş edilmesi zor bir huzursuzluğa yol açtığını gösteriyor.

 

Bu fasıldan birkaç örneği daha hatırlatayım…

 

Ahmet Taşgetiren, 15 Temmuz darbe girişiminin ardından kaleme aldığı yazılarından birinde şöyle demişti:

 

“Acı ama gerçek. Birbiriyle kavgalı imam ile müezzinden birisi diğerini ‘FETÖcü’ diye suçlayarak açığa aldırıyor. Çok şey kaybediyoruz değil mi? En başta Allah korkusunu. Soru çalmalardan buralara… Aklımızı kalbimizi koru ya Rabbi.”

 

Soru çalmak ve yerine geçmek için başkasına iftira atmak… Bunlar, Allah’ın asla bağışlamayacağı şeylerin ilk sırasında sayılan “kul hakkı”nı ihlalden başka bir şey değil. O nedenle de, Taşgetiren’in dediği gibi bir Müslümanın “Allah korkusu”nu kaybetmeden yapabileceği bir şey değil. Fakat oluyor işte, hem de istisnai olarak değil…

 

Metiner, “Nefsimiz her geçen gün azgınlaşıyor” diyordu, aynı manaya gelmek üzere şöyle de diyebiliriz: “Modernliğin iğvası Allah korkusuna galebe çalıyor.”

 

Başka bir örnek… Daha 2005 gibi bir tarihte Hayrettin Karaman da, Müslüman erkeklerin maneviyatı değil dünyevi hazları merkeze alan bir hayatın peşinde koştuğunu anlatmak üzere “kadın ve para meselelerinde imtihanı veremedik” (mealen) demişti.

 

‘Müslümanlar daha insani bir cevap verebilmeliydiler’

 

Selin Ongun’un “Türbanlı Erkekler” adlı kitabında yer alan söyleşisinde Sibel Eraslan da aynı eğilimden yakınmıştı:

 

“Çok klasik ama ‘paranın dini imanı olmaz’ diye bir laf vardır. Bu bana çocukluğum ve gençliğim boyunca çok hoyrat gelirdi. Ama yıllar içinde öğrendim ki, para pek çok ideali yok etti, geride bıraktı. Ben bunun içine dâhil olmadım. Ama genel resimde en iyimser lafla, güzel hatıralar geride kaldı. Bu savrulmayı sol da tecrübe etti. Şimdi de muhafazakâr kesim tecrübe ediyor. (…) Buna ben Müslümanların daha içten, daha insani bir cevap çıkarabilmelerini beklerdim. Buna karşı duran insanlar yok mu, tabii ki var. Ama vefat ettiğinde ikinci elbisesi olmayan bir Peygamberin ümmeti bu şekilde vahşi bir kapitalizme boyun eğmemeliydi. (…) Para ve güçle iyi bir imtihan veremedik. İşin aslı budur.”

 

Modernliğin huzursuzluğu

 

Metiner’in ve yukarıda birkaçını hatırlattığım dindar entelektüellerin tanımladığı huzursuzluğun kökenleri üzerinde düşünmeye başladığımızda aklımıza ilk gelecek kavram “modernlik” olacaktır. Evet, Metiner ve başka dindar entelektüellerin bize anlattığı huzursuzluk, “modern” bir huzursuzluk… Hayatını Tanrı’nın emirlerine, kutsala göre düzenlemesi gerektiğine inanan insanların, Tanrı’nın men ettiği ya da dini açıdan ayıplanan şeylerin iğvasına kapılmalarının yarattığı bir huzursuzluk…

 

Dünyada Tanrı (din) merkezli bir hayatın yaşandığı eski çağlarda, inanç ile yaşanan hayat arasında büyük çelişkiler yoktu. Fakat Batı hümanizmi Tanrıyı “öldürüp” yerine insanı (bireyi) koyduktan sonra, yani dünyanın “Tanrı merkezli” olmaktan çıkıp “insan merkezli” bir hale gelmesinden sonra inançla yaşanan hayat arasında büyük bir fark ortaya çıktı. Din yerinde duruyor, insana ne vaat ediyorsa onu vaat etmeye devam ediyordu… Fakat dünyevi yaşam, bilim ve teknolojinin muazzam ilerleyişiyle insana eskisinden çok daha fazlasını vermeye başlamıştı ve bu sayede ortaya çıkan modern yaşam, dinin talep ettiği hayat tarzıyla çelişiyordu.

 

Modernliğin ‘ayartıcılığı…’

 

Müslüman düşünürler, hümanizmin ve modernizmin henüz kendi ülkelerinin kapılarını çalmadığı çağlarda, “modern insan”ın ruhu ve bedeni arasındaki muazzam bölünmeyi hatırlatıyorlar ve İslâm’ın bu beladan uzak kalabilme yeteneğine işaret ediyorlardı.

 

Ne var ki modernlik Müslüman dünyasına da nüfuz etmeye başladıkça, işlerin düşündükleri kadar kolay olmadığını anlamaya başladılar.

 

Bu tarihin bir aşamasında, 1940’larda, Mısır’daki Müslüman Kardeşler (İhvan) hareketinin mensupları, modernliğin iğvası karşısında direnemeyecekleri düşüncesiyle şehirlerin dışına çıkıp oralarda kurdukları gettolarda yaşamaya başlamışlar, fakat onun da çare olmadığını düşünerek geri dönmüşlerdi.

 

Bana bu tecrübeyi, 1999’da kendisiye gerçekleştirdiğim “İslam ve modernlik” temalı bir söyleşide Ali Bulaç anlatmıştı. Bulaç, o zamanlar Türkiyeli Müslümanların “modernlik” adlı sınavın en zorlu aşamalarından henüz geçmediğini ve kaderde bu sınavı verememe ihtimalinin bulunduğunu da savunuyordu.

 

Söyleşide Bulaç’a, Türkiye’nin hızla şehirleştiğini, bu durumda İslam’ın ve İslami değerlerin de şehirlerde, kapalı sosyo-ekonomik koşulların tersine bir tür “değerler rekabeti”ne girmek zorunda kalacağını hatırlattım ve sordum: “Modernlik, önüne çıkan her şeyi eritiyor, kendi ürettiği değerlerin dışındaki bütün değerler üzerinde ağır bir hegemonya kuruyor… Sizce, içine girdiğimiz süreç, hayatını İslami değerler üzerine kuranlar açısından da endişelenmeleri gereken bir süreç mi? İslam’ın modernlik karşısında erimesi ihtimali yok mu?”

 

Gelen cevap gayet köşeliydi: “Var böyle bir ihtimal. Fakat bu ihtimalin gerçekleşmemesi için modernlikle onun alanlarında rekabet etmekten başka bir yol yok. İhvan’ın yolu denenebilecek bir yol değil.”

 

Yüzleşmenin sonucu

 

O söyleşinin üzerinden 15 yıl geçti. Ne dünyada ne de Türkiye’de İhvan’ın yolunu deneyen çıkmadı; modernlikten kaçılamayacağı anlaşılmıştı.  

 

Kaçınılmaz yüzleşmeyle ilgili muhasebeler ise şunu gösteriyor: Modernliğe İslam ve İslamcılık da direnemedi.

- Advertisment -