Ahmet Naim Baban (1872-1934), Süleymaniyeli Babanzadelerden Mustafa Zihni Paşa’nın oğluydu. İlköğrenimini Bağdat’ta tamamladıktan sonra İstanbul’a gelerek Galatasaray Lisesi’nden mezun oldu (1891). Ardından, devrin en yüksek kültür kurumu olarak kabul edilen Mülkiye Mektebi’ne devam etti ve 1894’te bitirdi. İlk memuriyetine Hariciye Nezareti’nin Tercüme Odası’nda girdi. Aynı dönemde Galatasaray Lisesi’nde öğretmenliğe de başladı. İkinci Meşrutiyetin ilanından sonra bu kez Maarif Nezareti bünyesindeki Yüksek Tedrisat Müdürlüğü’nün Telif ve Tercüme Dairesi’nde çalışmaya koyuldu (1909-1913).
Ahmet Naim 1914’te (henüz şimdiki İstanbul Üniversitesi’ne dönüşmemiş olan) Darülfünun’da müderris oldu ve bir müddet Umum Müdürlük görevini de yerine getirdi. 19 Eylül 1932’de Dr. Reşat Galip’in Milli Eğitim Bakanlığı’na getirilmesiyle “üniversite reformu” gerçekleştirildi. Bu üniversite reformunda “Türk devriminin ilkelerini savunacak ve siyasal iktidarın desteği olacak bir üniversite oluşturmak” amacı esastır. Dr. Reşit Galip Türk Ocakları’nda yetişmiş, İzmir Suikastı dâvâsında İstiklal Mahkemesi üyeliği yapmış, Atatürk devrimlerine bağlılığıyla ün salmış biriydi. Üniversite reformu çerçevesinde 151 öğretim üyesinden 92’si kadro dışı bırakıldı. Naim Baban da üniversite reformu çerçevesinden işinden atılanlar arasındaydı.
Naim Baban’la birlikte üniversiteden atılan Müderris Ferid Kam şu dörtlüğü yazdı:
Eğer matlub ise tekmil-i zillet
Hemen tahsili ilme eyle rağbet
Kovulduk akıbet Darülfünundan
Budur bizde mükâfat-ı fazilet
Darülfünun’un 31 Mayıs 1933’te lağvedilip İstanbul Üniversitesi’ne dönüştürülmesinin bir (belki birinci) sebebi, Atatürk devrimleri konusunda pasif, hattâ tarafsız kalmasıydı. Üniversite reformu ile bundan böyle yeni bir üniversite anlayışı esas alınacaktı. Darülfünun yerine ikame edilen İstanbul Üniversitesi, her yönüyle milli ve inkılâpçı bir kimliğe sahipti. M. Mermi, 11 Temmuz 1933’de Cumhuriyet gazetesinde yayınladığı “Gazi Türkiye’sinde İnkılap ve Üniversite” adlı makalesinde “yeni üniversitenin devrim ilkelerini yaymak için kurulmakta olduğunu, bilimin artık bir lüks olmaktan kurtularak devlete hizmet edeceğini” açıklıyordu.
Mutlakiyet, Meşrutiyet ve Cumhuriyet dönemlerine şahitlik eden, bu üç dönemi de yaşamış olan Ahmet Naim, ana dili Kürtçe dışında iyi Fransızca, Arapça ve Farsça biliyordu. İslâmî duyarlılığı ve kimliği ise pek çok şeyden önce gelmekteydi. Zira onun için İslâm bir din, bir inanç olduğu kadar bir yaşam tarzıydı. 1914’te kaleme aldığı İslâmda Dâvâ-yı Kavmiyet adlı eserinde, “Türkçülük” ideolojisi etrafında bir araya gelip ırkçılık bataklığına saplanarak Müslümanlıktan uzaklaşanları eleştiriyordu. Naim Baban Frenk hastalığı olarak nitelendirdiği ırkçılık (kavmiyetçilik) düşüncesiyle ömrünün sonuna kadar mücadele etti. Türk Yurdu dergisi etrafında toplanan Ziya Gökalp, Yusuf Akçura ve Ahmet Ağaoğlu gibi yazarların, İslâmla ilgisi olmayan değerleri (Türk ırkı, Türk töresi, Cengiz Han vb) İslâmın üstüne çıkartıp kurtuluş yolu olarak göstermeleri Naim Baban’ı çileden çıkartıyordu.
İslamda Dâvâ-yı Kavmiyet adlı eserinde, İslâm dininde soy, ırk, nesep, asabiyet gibi unsurların yerinin olmadığını; hangi ırka mensup olura olsun tüm Müslümanların eşit olduğunu, Hazreti Muhammed’in yaşamından ve hadislerden verdiği onlarca örnek ile açıklamaya çalışıyordu. İslâm ırkçılığı şirk olarak görüp kesin bir şekilde reddetmekteydi. İslâmiyete göre Arabın Türke, Türkün Kürde bir üstünlüğü yoktu. Bir ırkı diğer bir ırkın üzerine çıkartmaya çalışan, İslâmdan sapmış demekti. İslâmı ve Hıristiyanlığı Musevilikten ayıran en önemli özellik, her iki dinin de evrensel olması; dili, dini ve ırkı ne olursa olsun tüm insanlara açık olmalarıydı. Başlangıçta Hıristiyanlık sadece Yahudilere vaaz ediliyor ve diğer milletler görmezlikten geliniyordu; ancak Hz. İsa öldükten ve dirildikten sonra şakirtlerine Hıristiyanlığı tüm milletlere vaaz etmelerini emretmişti. Oysa İslâm daha ilk günden sadece Araplara değil, tüm milletlere açıktı.
İslâmda ırkçılığı yasaklayan hadisler
Ahmet Naim, İslâmda Dâvâ-yı Kavmiyet adlı eserinde, ırkçılığı kati bir şekilde yasaklayan ve lanetleyen pek çok hadisi zikretmekteydi. Örneğin:
(1) Leyse minna men dea ila asebiyyetin ve leyse minna men katele ala asebiyyetin ve leyse minna men mate ala asebiyyetin (Ebu Davud, IV, 494, hadis no: 5123; Türkçesi: Irkçılığa çağıran bizden değildir. Irkçılık için savaşan bizden değildir. Irkçılık üzere ölen de bizden değildir).
(2) Men nasere kavmehu ala ğayri’l-hakki fe huve kel bairi’l-lezi rudie fe huve yunzeu bi zenebihi (Ebu Davud, IV, 493, hadis no: 5119; Türkçesi: Kim haksız yere kavmine yardım ederse, [bir çukura] yuvarlanıp kuyruğundan tutularak çekilen [ve kurtarılmaya çalışılan] deveye benzer).
(3) Men batee bihi ameluhu lem yusri’ bihi nesebuhu (İbn Mâce, Mukaddime 17, hadis no: 225; Türkçesi: Bir kimseyi ameli geri bırakmışsa, soyu onu ilerletemez).
Ayrıca Naim Baban, Buhari’de bulunan ve Hazreti Enes’in rivayet ettiği şu hadisi de veriyordu: “Hiç biriniz kendi nefsi için olmasını istemediği şeyi din kardeşi için de istemedikçe iman etmiş olmaz.”
* * *
Şimdi bütün bunları niye mi yazdım? Son günlerde medyamızda, gerek görsel gerekse yazınsal alanda, “İslami kimliği ve duyarlılığı” ile bilindiği halde 25 Eylül’de Irak Kürdistanı’nda düzenlenecek olan bağımsızlık referandumuna oldukça dar ve müminleri günaha sürükleyebilecek ırkçı bir bakış açısıyla yaklaşanlar var. Onları biraz daha ölçülü ve vicdanlı olmaya çağırıyorum.
Şüphesiz Türkiye’de bu meseleyi evrensel İslâm penceresinden, gayet sağduyulu bir şekilde ele alanlar da az değil. Bizim sözümüz, İslâmın kati bir şekilde haram saydığı ırkçılık tuzağına düşenlere. Kemalistleri, ulusalcıları, aşırı milliyetçileri, faşist ve ırkçıları anlıyorum. Onlar Kürt adına olan her şeye karşı. Kürdün kendileriyle eşit bir statüye kavuşmasını asla istemezler. Peki, her gün alnını secdeye koyup Allaha dönen ve ben Müslümanım diyenler bu konuda biraz daha adil davranamaz mı? Konuşmalarında, yazılarında Kürtlerin bağımsızlık referandumunu ihanet olarak gören; hadiste söylendiği gibi, kendi nefsi için istediği şeyi kendi kardeşi için esirgeyen birileri Müslüman olabilir mi? Neden Araplar için (Güney Sudan ve Filistin dahil edildiğinde) 24 devlet, Türkler için 7 bağımsız devlet kurmak İslâma aykırı olmuyor ve ümmetin birliğine zarar vermiyor da, Irak’taki Kürtler devlet olmak isteyince ikinci İsrail oluyorlar?
Naim Baban’ın ardından
Naim Baban 1934’te vefat ettiğinde, Elmalılı Hamdi Yazır, 'O gidince pek sarsıldım, adeta can evimden vuruldum' diyerek üzerine şu beyti yazdı:
Verdi ser Hamdi bu tarihe cihan
Secdede gitti Hüdaya Naim Baban
Kuşkusuz Naim Baban’ın ölümüne çok üzülenlerden biri de Mehmet Akif’ti. Ölümü üzerine bir ara âdetâ bunalıma girecek gibi olan Mehmet Akif, kendisi öldüğünde Naim Baban’ın yanına defnedilmesini istedi:
“Bizim biçare Naim’in vakitsiz vefatı beni çok sarstı. Hanümanım yıkılmış da ben altında kalmışım sandım. Bu zavallı şark öyle kıymetli vücutları bundan sonra zor yetiştirir… Naim, O ne büyük insandı! O ne faziletli adamdı. Ben ki ölümü tabii bulurdum… Naim'in ölüm haberini aldım, nasıl diyeyim. Cihan yıkılmış da ben altında kalmışım zannettim. Bana öyle geldi. Zaten ondan sonra hayatın bir zevki, bir neşesi kalmadı. Meğer ben Naim’i ne kadar çok severmişim.”
Türkiyeli Müslümanlardan, alnını secdeye koyup Allah sevgisi taşıyanlardan bir ricam var: Ne olur, Kürt meselesini ele alırken, ırkçılık illetinden uzak durmaya çalışın. Selahaddin-i Eyyubi’yi, Osmanlı’daki Kürt ulemayı, Molla Gorani’yi, Ebussuud İmadi’yi, Vani Efendi’yi, Nakşibendiliğin kurucusu (Süleymaniyeli) Mevlânâ Halit Bağdadi’yi hatırlayın. Kürtlerin İslâma olan hizmetlerini unutmayın. Babanzade Ahmet Naim tarafından kaleme alınmış olup ırkçılık illetine karşı bir antibiyotik niteliği taşıyan İslâmda Dâvâ-yı Kavmiyet eserini okuyun. Bu eserin tahrifata uğramamış halini Nûbihar Yayınlarından edinebilirsiniz.