Muharrem İnce’yi, Cumhuriyet Halk Partisi’nin (CHP) üzerindeki ölü toprağını silkeleyip, sıkıştığı yüzde 20-25 cenderesinden çekip alabilmeye aday bir siyasetçi olarak gördüğümü imâ eden yazılarım ortada…
Bu yazıların ilkini Şubat 2018’de kaleme almıştım; İnce’nin CHP’nin cumhurbaşkanı adayı olmasından sonra bu çerçevede birkaç yazı daha yazdım.
Oysa Nisan 2013’te kaleme aldığım Muharrem İnce portresinde böyle bir ihtimalin izi dahi yoktu. O zamanlar İnce’yi, “CHP'nin çağdaş bir sosyal demokrat parti haline gelmesini engelleyen çizginin en sembolik isimlerinden biri” olarak görüyordum. Beş yıl önceki değerlendirmelerime göre, İnce’nin partisine yegâne üstünlüğü seçmenlerle bağ kurma yeteneğiydi. Evet, bu konuda CHP’nin ‘bürokratik’ çizgisinden ‘pozitif olarak ayrışıyordu’, fakat bu avantajına fazlasıyla güvenerek onu dahi dezavantaj haline getiriyordu. Şöyle yazmışım:
Halkla iç içe olmak yeter mi?
"Aslına bakarsanız, Muharrem İnce, ‘eğitimsiz halk bizi anlamıyor’cu CHP geleneğiyle sorunları olan ve o çizgiyi eleştiren bir siyasetçiydi… Cidden! Onu CHP içinde bu eleştirinin taşıyıcısı haline getiren şeylerin başında, insanların evlerine girerken ayakkabı çıkarılmasını bir parti okulu dersinde değil de hayattan öğrenmiş olması geliyordu. Çocukluğunda çobanlık etmiş gerçek bir ‘halk çocuğu’ydu, bir kamyoncunun oğluydu.
“Oralardan edindiği sıradan insanlarla doğal ve sıcak ilişkiler geliştirebilme yeteneği, ona parti içinde yükselişinde önemli bir avantaj sağlamıştı. Fakat bir yandan da, herkes onun gibi davranır, ‘halkla iç içe’ olursa CHP'nin ‘uçacağı’nı, bu kadarının yeteceğini düşünmeye başladı. ‘CHP ne yaparsa yükselir’ sorusuna verdiği cevaplar hep bu çerçeveyle sınırlı kalan naif cevaplar oldu. 2010 başında Milliyet'ten Devrim Sevimay'a verdiği söyleşi, onun siyasetçi olarak bütün üstünlüklerini ve sınırlılıklarını ortaya koyuyordu. Seçmenlerini etkilemek için uyguladığı taktikleri sıralarken pratik zekâsına ve enerjisine hayran olmamak ve ‘bu gidişle Yalova'dan her seçimde seçilir’ sonucuna varmamak mümkün değil… Birkaçını siz de okuyun: ‘Burada salâları, cenazeleri takip eden arkadaşlarım var. Bir hemşehrim rahmetli olduğunda hemen bana mesaj atarlar, adı şu, ailesinin numarası şu. Ararım, başsağlığı dilerim, bir ihtiyaçları olup olmadığını sorarım… İlk dönem milletvekilliğimde bütün köylerdeki kahvelere bir imza kâğıdı astım. 90 günde bir gidip, ben geldim diye imza attım. Artık yok, çünkü nasılsa geleceğimi biliyorlar… Yazın seçim bölgemden hiç ayrılmam. Bütün etkinliklere gitmeye çalışırım. Gece 1'de bile beni sokakta tek başıma yürürken görebilir vatandaş. Çünkü bilirim ki kalabalık olursam gelemez, çekinir."
Portresinde, partisinin seçmenlerle kurduğu bürokratik ilişki tarzının dışına çıkarak elde ettiği avantajı abartmasına ve fazlaca önemsemesine dair başka örneklere de yer verdikten sonra şöyle yazmışım:
“Halkla iç içe olmanın yeteceğini düşünüyor ve dolayısıyla ‘siyasi program’ın önemini küçümsüyor.”
Bir zamanlar Muharrem İnce…
Hakikaten, o zamanların Muharrem İnce’si, şairliğini de kullanarak icat ettiği aforizmalar ve hitabet yeteneği sayesinde CHP’nin bütün donmuşluğunun en ‘canlı’ temsilcilerinden biri gibi görünüyordu. Ünlü “Atatürk olmasaydı, adınız Ahmet, Hasan, Hüseyin olmazdı. Adınız Dimitri olurdu, Yorgo olurdu” çıkışı da galiba o sıralarda gelmişti. Bakmayın siz seçim propagandası döneminde dindarlarla, Kürtlerle ilgili olarak geliştirdiği özgürlükçü söyleme… O zamanlar, böyle sözlerin yerinde yeller esiyordu.
Muharrem İnce hakkındaki düşünceleri beş yıl önce böyle olan birinin, Şubat 2018’deki kurultaydan itibaren, özellikle de cumhurbaşkanlığı seçimi dönemindeki performansını izledikten sonra İnce’nin iktidara karşı demokratik muhalefetin liderliğini üstlenebileceğini imâ eden yazılar yazması bazılarına çok tuhaf gelebilir. Bana sorarsanız hiç tuhaf değil; bu sadece, beş yıl arayla taban tabana zıt değerlendirmelerde bulunan kişinin (yani benim), herkes gibi siyasetçilerin de değişebileceğine inanan biri olduğunu gösterir.
Bir siyasetçinin, ülkenin demokratikleşmesine hiçbir faydasının olmayacağına inanıyorsam bunu öylece yazarım, fakat beş yıl sonra o kişinin değiştiğine dair başka bir değerlendirmede bulunmuşsam, onu da yazarım.
Ne var ki herkes benim kadar ‘şanslı’ ve ‘rahat’ değil. Çünkü bu ülkede siyasetçileri söylemlerine, programlarına ve yapıp ettiklerine göre değil, onların hiç değişmeyen ve değişmeyecek ‘öz’lerine bakarak değerlendirmek gerektiğine inananlar var. İşte onlar benim kadar ‘şanslı’ ve ‘rahat’ değiller.
İnce’nin ‘yetmez ama evet’çi destekçileri
Mesela İnce’nin ‘yetmez ama evet’çi destekçileri diyebileceğim CHP’den umudunu kesmiş ‘CHP dışı sol’un durumu bugünlerde hiç kolay değil. ‘CHP dışı sol’, söylemine ve performansına bakarak Muharrem İnce’yi haklı olarak CHP’den ayırdı, bir anlamda ‘yetmez ama evet’ diyerek onu destekledi. Ne var ki İnce hızla ‘söyleminin adamı’ olmaktan çıkıyor ve bu da bu kesimi zor durumda bırakıyor. Oysa utanacak bir şey yok; demokratik siyaset demokrasiyi geliştirme sözünü verenleri desteklemeyi ve teşvik etmeyi gerektirir. Söz veren sözünde durmazsa, sen de onun arkasında durmazsın. Ne var ki, İnce’yi destekleyen ‘CHP dışı sol’ bir zamanlar AK Parti’nin demokratik adımlarını destekleyenlere kan kusturduğu için kendi kendilerini böyle bir savunma yapma hakkından mahrum etmiş durumdalar.
Hakan Aksay (T24, 7 Temmuz), Muharrem İnce’nin birkaç hafta içinde kendi kendini törpüleyerek ‘CHP dışı sol’da yarattığı hayal kırıklığını çok güzel özetlemişti, okumanızı öneririm.
İnce’nin yarattığı hayale kapılmayanlar…
Bu hayale kapılmayanlar da vardı… Hayko Bağdat, en popüler olduğu bir anda Muharrem İnce’nin söylediklerini tutacak bir siyasetçi olmadığını, dolayısıyla güvenilemeyeceğini yazdığında ortalık nasıl da birbirine girmişti.
Bana kalırsa, Hayko Bağdat’ın o yazısı siyasetçilerin hiç değişmeyecek ‘öz’lere sahip olduğunu iddia eden yaklaşıma yakın bir yazıydı ve yanlıştı. Çünkü İnce o yazının yazıldığı dönemde hakikaten farklı bir çizgi izliyordu ve yapılması gereken o çizgiyi derinleştirmesi için onu teşvik etmek ve desteklemekti.
Hepimiz izledik: Hayko Bağdat’ın fikrine fikirle cevap verilmedi, karanlık imâlarla yerin dibine batırıldı. İşin ironisine bakın ki, bir zamanlar AK Parti’nin reformcu çizgisini böyle bir anlayışla destekleyenlere ‘yetmez ama evet’çi diyerek saldıranlar, şimdi Muharrem İnce’nin ‘yetmez ama evet’çi destekçileri haline gelmişlerdi.
Onların pozisyonu, Hayko Bağdat’ın pozisyonuyla kıyaslandığında hayli riskli bir pozisyondu; çünkü Muharrem İnce pekâlâ ‘yoldan çıkabilir’, onlar da böyle bir siyasetçiyi destekledikleri için elleri böğürlerinde öylece kalabilirlerdi. İyi de, ‘ya yoldan çıkarsa’ korkusuyla doğru olduğuna inandığın adımları desteklememenin adı siyaset olabilir mi?
Şimdi, Muharrem İnce’nin yarattığı hayal kırıklığı ile birlikte o günler başlamış gibi görünüyor.
İnce, bu hayal kırıklığını derinleştirecek tarzda davranmaya devam ederse, onların güçlükleri daha da artacak. Çünkü bir süre sonra, Hayko Bağdat’tan çok daha keskin pozisyon almış birileri çıkıp onları Muharrem İnce’nin ‘yetmez ama evet’çi destekçileri olarak kınayacaklar.
‘Devrim’ dışında hiçbir şeye ‘evet’ demeyen bu keskin kınayıcılar bir kez daha haklı çıkmanın tadını çıkartırlarken, İnce’nin ‘yetmez ama evet’çi destekçileri bu ‘hata’yı nasıl yaptıklarına dair özeleştiriler kaleme alacaklar.
Yeri geldiğinde ‘yetmez ama evet’ diyebilmeyi içine sindiremeyenler, bu cesareti gösteremeyenler yaptıkları şeyin siyaset olmadığını bir anlayabilseler her şey çok farklı olacak ama…