Ana SayfaYazarlarNe mahkemelerimiz vardı - 2

Ne mahkemelerimiz vardı – 2

 

Cumhuriyetin ilânı etrafındaki çalkantı giderek duruldu ama bir kopuş başlamıştı ve artık İkinci Meclis’te de bir muhalefet grubu vardı. İkinci Meclis birinci yasama yılına 1 Mart 1925’te başladı. 3 Mart günü Hilafet kaldırıldı, Osmanlı hanedanının tüm mensupları yurt dışına gönderildi ve Tevhid-i Tedrisat Kanunuyla laik, birleşik bir eğitim sistemine geçiş yapıldı. Bu arada Meclisin yapması gereken bir diğer önemli iş de Teşkilat-ı Esasiye Kanunu yerine ilk Anayasanın maddelerini görüşüp kabul etmekti.

 

Bir de “demokratik cumhuriyetsözü vardı.

 

Mustafa Kemal Paşa’nın, yeni Anayasa ve nasıl bir Cumhuriyetin kurulacağı konusundaki bir demeci, 24 Eylül 1923’te Anadolu’da Yeni Gün gazetesinde yer buldu. Mustafa Kemal bu önemli demecinde şöyle diyordu: “Teşkilat-ı Esasiye Kanununa göre, hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir. Yürütme kudreti, yasama yetkisi TBMM’ndedir.  Bu iki hamleyi bir kelime ile anlatabilmek için hangi sözlükte aranırsa aransın sözü geçen kelime Cumhuriyettir… Türkiye bugün olduğu gibi, gelecekte de daha fazla demokratik bir Cumhuriyet olacaktır.”  Bu noktada küçük bir hatırlatma yaparak devam etmek uygun olacaktır. Görüldüğü gibi, bugün Neo-Kemalist Kürtlerin sıkça kullandığı  “demokratik cumhuriyet”  kavramı da Mustafa Kemal tarafından, ilk defa bu demeç ile ortaya atılmıştı. Bunu bilmekte yarar var.

 

Zaten bütün mesele Cumhuriyetin niteliği ve yetkilerin nasıl dağılacağı konusuydu.  Ahmet Emin Yalman Vatan gazetesindeki makalesinde,  Mustafa Kemal Paşa’nın Cumhurbaşkanı seçilmesi itibariyle, Meclis Başkanlığı ve Fırka (parti) başkanlığı görevlerini bırakmasının uygun olacağını söylüyordu. İsmet İnönü’nün Başbakan seçilmesiyle Mustafa Kemal kendisini parti başkanlığına atadı; ancak yeni Anayasa görüşmeleri meclisin “muhalefetsiz” olmadığını ortaya çıkardı.

 

Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın doğuşu

 

Sıra 25. Maddeye gelince, Meclisteki muhalefet çok daha net bir şekilde su yüzüne çıkmaya başladı. Çünkü bu madde Cumhurbaşkanına Meclisi dağıtma ve seçime gitme yetkisi veriyordu. Lâkin madde kimi vekiller tarafından “hâkimiyeti milliye’ye aykırı” görüldü ve sonunda maddenin Meclisten geçmeyeceği anlaşılınca, 25. Madde Anayasa taslağından çıkarılır. Yunus Nadi, 25. Maddeye karşı çıkanların “kör hissiyat ve ihtirasın sevkiyle” hareket ettiklerini yazarken, kimi muhalifler de, İstanbul’daki Manuk Matosyan Matbaasının “usul ve nizam ve kanun hilâfına” Yunus Nadi’ye verildiğini hatırlatarak onu birilerinin sözcülüğünü yapmakla eleştiriyordu.

 

8 Kasım 1924 günü Hükümet için güven oylaması yapılırken, oylama öncesinde görüşmelerin harareti tekrar arttı ve Ali Çetinkaya, Hamidiye kahramanı olarak tanınan Rauf Orbay’ı Kafkas kökenli ve Çerkez olduğu için aşağılayarak  “sen bu topraklarda oturamazsın; ecdadının, babanın ve dedenin geldiği topraklara git” diye bağırdı. Hükümet 19 oya karşılık 148 evet oyu ile güvenoyu aldı; ancak 48 milletvekili de oylamaya katılmamıştı. Ertesi gün Rauf Orbay, 10 arkadaşıyla Halk Fıkrasından istifa etti ve sonraki gün bazı milletvekilleri daha ayrıldı. Kasım sonunda ayrılan vekil sayısı 45’i buldu.

 

Meclis’te yeni bir partinin kurulacağı ve adında  “Cumhuriyet” sözcüğünün olacağı kulislerde konuşulmaya başladı. Halk Fıkrası da “cumhuriyetçiliği” yeni partiye kaptırmama telaşıyla, derhal isminin önüne “Cumhuriyet”, koymaya hazırlandı. Bu nokta önemlidir: Yeni Parti, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası 17 Kasım 1924 günü resmen kuruldu ve Halk Fırkası da hemen aynı gün adının önüne “Cumhuriyet” sözcüğünü koydu. Yeni partinin kurucuları arasında Rauf (Orbay), Adnan (Adıvar), Refet (Bele), Kâzım (Karabekir), Ali Fuat (Cebesoy), Bekir Sami (Kunduh) ve İsmail (Canpolat) gibi tanıdık simalar yer aldı.

 

Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın sonu

 

Şeyh Sait “İsyanı” üzerine, 4 Mart 1925’te, 578 sayılı Takrir-i Sükûn Kanunu çıkarıldı. Mustafa Kemal’in “muzır teşekkül” diye adlandırdığı Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası,  Şeyh Sait Hadisesi ile ilişkilendirilerek, 3 Haziran 1925’te İstiklâl Mahkemesi tarafından kapatıldı. Gerçi İsmet Paşa bile “Doğu isyanı ile Terakkiperver Cumhuriyet Fırkas’'nın doğrudan doğruya bir ilişkisinin” olmadığını söyleyecekti; ancak artık olan olmuştu.

 

Buna rağmen Mustafa Kemal, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası kurucularına daha ağır bir ders vermek istiyordu. 14 Haziran 1926’da Ankara’dan ayrılarak bir Ege gezisine çıktı. Henüz İzmir’e varmadan bir suikast haberi alındı. Eski bir sabıkalı olan Giritli Şevki, İzmir Emniyetine giderek, eski Lazistan milletvekili Ziya Hurşit’in “planladığı” suikastı ihbar etti. Suikastta görev alacak olan Çopur Hilmi, Laz İsmail, Gürcü Yusuf adlı şahıslar derhal tutuklandı.  Ziya Hurşit, daha önce Topal Osman tarafından katledilmiş olan Trabzon milletvekili Ali Şükrü Bey’in arkadaşıydı.

 

İzmir Suikastı üzerinden hesaplaşma

 

Suikast haberi üzerine “Ali’ler Mahkemesi” olarak bilinen İstiklal Mahkemesi Heyeti toplandı.   Meşhur “Dört Aliler” heyeti şu kişilerden oluşuyordu: Denizli milletvekili Necip Ali (Küçüka), savcı; Afyon milletvekili “Kel” Ali (Çetinkaya), başkan; Gaziantep milletvekili “Kılıç” Ali (Kılıç), üye; Aydın milletvekili Dr. Reşit Galip (üye);  Rize milletvekili “Laz” Ali (Zırh), yedek üye. Bunlar görevi devraldıktan sonra,  bütün Terakkiperver Cumhuriyet Fıkrası milletvekillerinin derhal bulunup tutuklanmaları için kararı çıkarttılar.  Bu derin komplo karşısında kimsenin “dokunulmazlığı” ileri sürecek hali kalmadı. İzmir milletvekili Şükrü Bey avukat tutmak istediğinde, Mahkeme Başkanı Kel Ali kendisini şöyle azarlayacaktı: ”İstiklal Mahkemeleri, avukatların cambazlıklarına gelmez. Mahkememizin üst kademesi yoktur. Millet hüküm bekliyor. Ne söyleyecekseniz, açıkça söyleyiniz. Avukatlarla geçirecek zamanımız yoktur.” (Vakit gazetesinden aktaran: Ertunç, Cumhuriyet Tarihi, s.109.)

 

Suikastın tamamen bir tertip mi olduğu, yoksa varolan bir planın çerçevesinin genişletilmesinde mi kullanıldığı (ama her halükârda muhaliflerin susturulmak istendiği) konusu çok tartışılmıştır. Dönemin ABD Büyükelçisi Mark L. Bristol, 22 Haziran 1926’da ABD Dışişlerine gönderdiği raporda şöyle yazıyordu: “Dolaşan bir söylentiye göre, hükümet ya böyle bir suikastı uydurmuş, ya da siyasal olmayan gerçek bir suikastı, artık sert iç yönetime rağmen susturulamayan genel muhalefet karşısında Terakkiperver Parti yöneticilerini gözden düşürmek için kullanmıştır” (Karabekir, İzmir Suikastı, s.216).   Zaten İsmet Paşa da, Kâzım Karabekir’in suikast sanığı olarak yakalandığını duyduğunda, suikast hikâyesinin bir tertip olduğuna karar verecektir (Atay, Çankaya, s.403). Kendisi de suikast sanığı olarak yargılanan Ali Fuat Cebesoy’a göre ise suikast vardı ve Atatürk önceden olaydan haberdardı. Nitekim Atatürk “onu öyle bir sahneye koydu ki Mecliste, memlekette, hem bir terörü, hem de aman Atatürk’ü muhafaza edelim, ne söylerse yapalım fikrini hazırladı ve arkasından, … ille bunu yapacaksın diye, şapkadan başlayarak kanunu medeni vesaire hepsini yaptı (Cebesoy, Bilinmeyen Hatıralar, s.64).

 

Pencereden atlayan mahkeme heyeti

 

İzmir Suikastı davasının ilk duruşması 26 Haziran 1926’da yapıldı.  Aralarında Kâzım Karabekir,  Ali Fuat Cebesoy, Refet Bele, Cafer Tayyar, Rüştü Paşa, Feridun Fikri gibi isimlerin bulunduğu kalabalık bir grup milletvekili de sanık olarak yargılanıyordu. Kâzım Karabekir’in 3 Temmuz günü yapılan sorgulanması, Mustafa Kemal’i çok kızdırdı.  Duruşmalar sırasında Mustafa Kemal Paşa Çeşme’de ikamet edip her fırsatta “adaletin bağımsız” olduğunu söylüyordu. Mahkeme heyetinin Kâzım Karabekir’e serbestçe söz vermesi üzerine, heyet üyeleri bir balo bahanesiyle Çeşme’ye çağrıldı. Paşa, balo salonunun yanındaki mutfakta heyet üyeleri ile görüştü. Sanıklara yumuşak davrandıklarını, işlerini doğru dürüst yapmayarak savsakladıklarını söyledi ve onları sert bir dille azarladı. İşittikleri azar üzerine tekrar salona dönemeye cesaret edemeyen heyet üyeleri, mutfak penceresinden atlayarak binayı terk etti.

 

İzmir’deki İstiklal Mahkemesi, toplumun en elit kesimini oluşturan paşaları ve milletvekillerini yargılıyordu ve şeklen de olsa biraz daha “özenli” davranmaları normaldi. Ancak Doğuda görev yapanların “pencereden atlamalarına” gerek yoktu. Onların nasıl karar verdiklerini, Diyarbakır’da kurulan Şark İstiklal Mahkemesi’nin baş savcılığını yapan Ahmet Süreyya Örgeevren’den bir örnek ile hatırlatalım: “Bir gün mahkemeye kara yağız, yiğit bir Kürt genci getirdiler. Hâkimler sorguya çekti. Türkçe bilmediği anlaşılınca, hâkimler danıştılar ve delikanlının idamına karar verdiler…”

 

İşte bizim böyle yargıçlarımız ve böyle mahkemelerimiz vardı. Peki, “demokratik cumhuriyet?” Bildiğim kadarıyla Mustafa Kemal Paşa’nın daha sonra bu konudan pek söz ettiği olmadı.

- Advertisment -