Yazı zamanı mı, şu dönemde ne yazılır, gerçekten bilmiyorum…
Böylesi zamanlarda, bir yazıya niyetlendiğimde, tüm yaşamım bir film şeridi gibi önümden geçmeye başlar. Bir yandan o “filmi” izler, bir yandan da yazmaya çalışırım. Şu anda da onu yapıyorum.
Belki o nedenle, son yazılarımdan daha uzun bir yazı olacak. Artık mazur görürsünüz.
Benim kuşağımın ömrü çatışmalarla, işkencelerle, cezaevleriyle, sürgünlerle geçti. İlk üniversite yıllarımızdan, 12 Eylül 1980 darbesine kadar — üç yıl içinde — 5000 insan öldürüldü; her gün, bir ya da birkaç cenaze kaldırdık.
Darbe ile birlikte buna idamlar, sokak ortasında kurşuna dizmeler eklendi. En ağır işkenceler dönemi başladı. Kurtulabilenler için de sürgün yaşamı. Birçok arkadaşımız, bir daha ülkesini göremeden sürgünde öldü.
Ben, sürgünde ölmeyen, ama 20 yıl doğduğu topraklardan uzak kalan “şanslı”lardandım.
Ben döndüğümde ülke yine yangın yeriydi. Yine her gün onlarca cenaze kaldırılıyor, ya da kaldırılamıyor ve bir dağ yamacına gömülüyordu. Benim için tek fark, o cenazelerdeki isimlerin çok azını tanıyor olmamdı. Bu kez
öldürülenler Kürtler, Kürdistan’da “görev” yapan askerler, ya da polislerdi.
Hikayeyi böyle sürdürmeme gerek yok; zaten çoğunuz o dönemin detaylarına, Vedat Aydın gibi milletvekillerinin, Musa Anter gibi aydınların güpegündüz öldürüldüğüne tanıksınız.
Bu büyük isyan, bin yıldır bir arada yaşamış bir insan grubunun, KÜRTLERİN varlıklarının kabul edilmemesi nedeniyle ortaya çıktı. Müsebbibi devletti. Yüz yıllık inkâr, zulüm, Nazi toplama kamplarını aratmayan Diyarbakır
Cezaevi gerçekliğiydi. Ve devlet son isyanı bastıramamış, bastıramadığı için yığınla politikacı ve parti siyaset sahnesinden silinmişti.
İlk kez AKP iktidarı, bu sorunu çözebileceğine dair sinyaller vermeye başladığında, hem Kürtlerden hem “Türklerden” destek bulmuş, barış umuduna da herkesin görebileceği bir destek vermişti. 2010 yılında “Öcalan’la
görüşüyoruz” diyen Erdoğan hükümetinin Anayasa referandumuna yüzde altmışa yakın destek bunun en önemli göstergelerinden biriydi. Erdoğan da Dersim katliamı için “özür dilemişti.”
Öcalan’la görüşmelerin sürdüğü esnada, “KCK operasyonu” başlatıldı. On bine yakın insan tutuklandı. Üstelik bunların tamamına yakını seçilmiş yöneticiler, sivil insanlardı. Hava yeniden puslandı, yeniden silahlar
konuşmaya başladı.
Ardından “süreç” ilerler gibi görünmeye başladı. Öcalan (2013 yılında) bir “barış deklarasyonu” yayımladı. Diyarbakır Newruz’unda 2 milyona yakın insan bu deklarasyonun arkasında olduğunu gösterdi.
Tam iki yıl “cennette” yaşamaya başladık. Ne asker öldü, ne polis, ne de gerilla.
Sonrasında Kürtler ve “Türkler” ülkeyi “birlikte demokratikleşme” kararı verip HDP’yi bu amacın bir aracı haline getirmeye niyetlendiler. Film orada yeniden koptu.
HDP tüm “acemiliğine,” uğradığı tüm katliamcı saldırılara rağmen, iktidarın hiç beklemediği bir seçim başarısına imza attı. Sanırım bunun göstergeleri önceden fark edilmiş olmalı ki, iktidar, Öcalan’ın temsiliyetinde PKK ile
kurduğu “Barış Masasını” devirdi. (Bu arada, bu ülkede hiçbir zaman seçilmiş hükümetler iktidar değildir, “iktidar” kavramını öyle anlayın.)
Seçim sonuçları “yok hükmünde” kabul edilip, yeni bir seçime gidildi. O iki seçim arasında, “eski günleri aratacak” yüzlerce saldırı, onlarca katliam gerçekleşti. HDP, seçim çalışmalarını bırakın, sadece cenaze kaldırdı.
Düne kadar “Kürt sorununu çözmeye niyetli” iktidar, yeniden eski devlet geleneğine geri döndü.
HDP, tüm bu saldırı ve katliamlara rağmen, seçimlerden yenilmeden çıktı.
İktidar, elbette Kürt sorununun ve PKK’nin nasıl ortaya çıktığının,Kürtlerin ne istediğinin, on binlerce silahlı insanın dağda, on binlercesinin halen dağa çıkmaya hazır beklediğinin farkındaydı. Kürt sorununa, o sorunun en önemli parçası olan PKK’ye yönelik çözüm üretmekleyükümlüydü. Üstelik bunun ön koşulları vardı. Ama yapmadı. O yüz yıllık devlet geleneğine geri döndü.
“PKK başka bir politik tutum takınabilir miydi” diye soranlar olabilir; ben de soruyorum ve “SİLAHI TÜM BUNLARA RAĞMEN” devreye sokmayabilirdi,diyorum. Ama o halkın yaşadığı yüz yıllık zulüm, elli bin ölüm, 17.500 faili meçhul, içeride on binlerce tutuklusu — üstelik bir kısmı ölümle cebelleşen tutuklusu — varsa, bir sabah binlercesi yatağında uyurken tutuklanıyorsa, onlara GÜVEN VERMEK İKTİDARIN GÖREVİYDİ.
Bu devleti yönetenlerin yanı sıra, “muhalefet” gibi görünenler de, konu radikal bir demokratik direniş olduğunda pek farklı olmadılar. Hiç kimseyi öldürmemiş, 68 kuşağının isyancı ruhu, Hüseyin İnan, Yusuf Aslan ve Deniz
Gezmiş’in idamlarına, o zamanın ana muhalefet partisi olan CHP’nin birçok milletvekili de onay verdi.
Son haftalarda, Kürt il ve ilçelerinde yeniden çatışmalar yoğunlaşınca,bazı insanlar tüm bu anlatmaya çalıştığım geçmişi ve sorunun kökenlerini unutup, söze yeniden Kürtlerle başlar oldular. Nedenlere değil, şu anki yaşanan sonuçlara bakıp, fikir üretmeye soyundular.
Devletin, iktidarların birikmiş toplumsal sorunları “kendi bildiği gibi” çözmeye çalıştığı anlarda, eğer siz, o toplumsal sorunların köklerini unutur, bugüne odaklanıp denge bulmaya, hattâ iktidarların politikalarını
“anlamaya” çalışırsanız, tarihe karşı insani, vicdani sorumluluğunuzu da unutursunuz. Adnan Menderes ve bakanlarının, Denizlerin, 12 Eylül’ün idamlarına seyirci kalır, 1982 Anayasasının yüzde 92 ile kabul edilmesinin
parçası olursunuz. Ya da doksan yıldır görmediğimiz bir savaş cehennemine sürüklenme riskinin.
“Kürtlere laf edilemez” demiyorum. Ama demokrasi ve barış istiyorsanız,iktidardan istemek, iktidara direnmek zorundasınız.