Ana SayfaYazarlarNureddin ve Selahaddin’le başlayan ittifak

Nureddin ve Selahaddin’le başlayan ittifak

 

Tarihî Kürt-Türk yakınlaşması ve ittifakında, her iki unsurun da Sünni İslâm eksenli bir çizgide buluşmalarının genellikle Osmanlı dönemiyle başladığı görüşü yaygındır.  Oysa bu mezhebî yakınlaşma birkaç yüz yıl daha gerilere gider.  Özellikle Nureddin Zengi dönemi, mezhep eksenli yakınlaşma ve ittifakın en belirgin olduğu dönemdir.

 

Nureddin Zengi dönemi

 

İmadeddin Zengi, Caber kalesini muhasaraya aldığı sırada bazı köleleri tarafından öldürüldüğünde, arkasında mirasını sürdürmeye aday dört oğul bıraktı. Bunlardan en çok öne çıkan, ikinci oğlu Nureddin Zengi oldu. Nurredin ‘in babası İmadeddin, Harran’dan Malatya’ya kadar uzanan Edessa (Urfa) kontluğunu 1144’te ele geçirdikten sonra, Halep ve Musul arasında, Fırat kenarında bulunan Caber kalesini de 1146’da abluka altına aldı. Ancak 15 Eylül 1146’da kendi harem ağaları tarafından öldürüldü. İmadeddin’in ölümünü fırsat bilen Edessalı (Urfalı)  dini ve siyasi liderler şehri Müslümanlardan geri alma çabası içine girdiklerinde, Nureddin kentte saldırarak âdetâ yerle bir etti ve Edessa’yı tekrar zaptürapt altına aldı. İlk kuşatmanın sonunda babası Hıristiyanlara merhametli davranmış ve kentin harap olmasını istememişti. Ancak oğlu, muhtemelen kendini kanıtlamak istercesine acımasız davranarak şehri talan ettirdi. Hristiyan kaynaklara göre, çoluk –çocuk demeden kentte büyük bir katliam yaptı.

 

Süryani vakanüvisler İmadeddin için: “Acımasız, kan dökücü, cesur ve sebatkâr olan Zengi, saman üstünde uyuyor ve içki içerek sarhoş olmayı seviyordu ama onda bir devlet adamı kalıbı da vardı” diye yazar (Süryani Vakanüvisler, s. 200). Bu bağlamda, İmadeddin’nin Hıristiyanlar konusunda oğlundan çok daha iyi olduğunu dile getirirler.  Aynı vakanüvisler, oğlu Nurreddin’in çok dindar olduğu; İslâm düşmanlarına karşı savaşmaktan yana olup, şeriat kurallarını eksiksiz yerine getirmeye çalıştığını da kaydeder (s.204).  Nureddin’in, dini vecibelerin yerine getirilmesi konusundaki tutumu zaman içinde daha da katılaştı. Öyle ki, içki içmeyi sadece kendisine değil, emri altındaki ordusuna da tamamen yasakladı. Hattâ musiki ve raks, tef ve ney gibi Allah’ın hoşuna gitmeyeceğini düşündüğü başka şeylere de yasak getirdi. Nureddin pahalı giysiler ve şatafatlı bir yaşamdan uzak durdu ve ulemayla dostluk kurmayı tercih etti.

 

Ödünsüz Sünni İslam anlayışı

 

Nureddin, bir müddet sonra “dinin ışığı” anlamına gelen “Nureddin” unvanından da vazgeçip kendi gerçek adı olan Mahmud’u kullanmaya başladı. Savaşlardan önce hep şöyle dediği rivyet edilir: “ Ya Rabbim, zaferi Mahmud’a değil İslâma nasip et. Mahmud köpeği kim ki, zaferi hak etsin” (Maalouf,139).  Nureddin’in bu katı, ödünsüz Sünni İslam anlayışına hayranlık duyanlardan biri de tarihçi İbnü’l Esir’di. Nureddin için: “Geçmiş zamanların hükümdarlarının hayat hikayelerini okudum ve orada Hulefa-yı Raşidin [dört halife] hariç, Nureddin kadar erdemlisine ve adiline rastlamadım” diyecekti.

 

İbn’ül Esir, Nureddin Zengi’nin Konya (Anadolu Selçuklu) sultanı Kılıç Arslan’a: “Sen Rumlarla aynı sınırı paylaşıyorsun, fakat cihad etmiyorsun. Ülken İslam ülkeleri arasında büyük bir yer işgal ediyor, benimle beraber cihada katılmalısın” diye serzeniş ve ısrarda bulunduğunu da yazar (İbn’ül Esir, cilt 10, s. 315). Belki de tam bu nedenle, Doğu Hıristiyanlığı Tarihi’nde Aziz S. Atiya,  Arapların aksine Türklerin Hıristiyanlar konusunda daha bağnaz ve yıkıcı davrandığını dile getirir (s.359).

 

İktidara geldikten sonra tüm dikkatini Suriye meselesine çeviren Nureddin Zengi, Frenkleri her yandan kuşatacak güçlü bir devlet arayışı içindeydi. Bu güçlü devletin en önemli amacı, başta Kudüs olmak üzere, “işgal altında” olduğunu kabul ettiği yerleri kurtarmak uğruna cihad etmek olacaktı. Şüphesiz Frenkler de Nureddin’in siyasi hedeflerinden bihaber değildi. Nitekim Nureddin, tam da Hüsn’ül Ekrad’daki (Kürt kalesi; halen Suriye’nin Humus kentinde ayaktadır) el Bakia’da karargâh kurup hem buraları hem de Trablusşam’ı almak için hazırlık yaparken, ani bir Haçlı saldırısına yakalandı. Haçlılar önlerine çıkanı öldürüp, doğruca Nureddin’in karargâhına saldırdı. Son anda durumu fark eden Nureddin derhal atına binip canını kurtarmaya çalıştı, ancak atın ayaklarındaki bağ çözülmemişti. Neyse ki o sırada, atının üzerinde olan bir Kürt, kendi atından inip Nureddin’in atının ayağındaki ipi kesti. Nureddin kaçıp kurtuldu, ancak Haçlılar o Kürdü yakalayıp oracıkta öldürdü. Bu olayın akabinde Nureddin şöyle dedi: “Allah’a yemin olsun ki, şahsımın ve İslâmın intikamını almadıkça, çardak altında gölgelemeyeceğim” (İbn’ül Esir, Cilt:10:241).

 

“Tek din Sünni İslam” anlayışı

 

Aslında dâvâ İslam dâvâsıydı ve burada Nureddin’in Türk, onun yerine canını feda edenin Kürt olmasının hiçbir önemi yoktu. Ortadoğu henüz, Naim Baban’ın “Frenk hastalığı” ve Süleyman Nazif’in “Cengiz hastalığı” diye eleştirdiği kavmiyetçilik illetinden çok uzaktı. Ne Nureddin’de, ne de Selahaddin-i Eyyubi’de, zerre kadar kavmiyetçilik vardı. Bir Kürt, İslâma daha iyi hizmet edeceğine inandığı Nureddin Zengi için canını feda ederken, Selahaddin-i Eyyubi de, daha yüz yıl önce Mervani Kürt devletinin en önemli kenti olmuş olan Amid’i (Diyarbakır)  aldıktan sonra, yönetimini Eyyubi ailesinden biri ve soydaşı bir Kürde değil, bir Türke bırakabiliyordu. Bu konuda söz Abu’l Farac’ın olsun: “Selahaddin, Amid’i aldıktan sonra onu içindeki her şey ile beraber Kara Arslan oğlu Nureddin’e verdi. Bunun üzerine bazı kimseler Selahaddin’e gelerek ‘Siz ona yalnız şehri va’d ettiniz. İçindeki her şeyi va’d etmediniz. Hâlbuki buradaki servet binlerce bin dinar değerinden fazladır’ dediler. Selahaddin şu cevabı verdi: ‘Dostumuza boş bir şehir vermek bize yakışmaz.’ Denildiğine göre kulelerin birinde yüz bin mum ve kütüphanede bir milyon kitap bulunmuştu. Selahaddin Amid’den yalnız bu kitapları aldı ve bunları veziri olan El-Fadıl’a verdi. Selahaddin andlar içerek Kara Arslan’ın emirliğini sağlamladı” (cilt II, s. 431).

 

Amin Maalouf’un dikkat çektiği üzere, Nureddin Zengi’nin va’zettiği ilke şuydu: Tek din Sünni İslam. Bu nedenle, Sünni İslam anlayışıyla uyuşmayan her türlü “sapkınlığı” şiddetle reddediyordu.  Mısır’ın alınmasından sonra,  eğer Selahaddin-i Eyyubi bu ülkedeki Şii-Fatımi halifeliğine son vermeseydi, Nureddin Zengi tereddüt etmeden Selahaddin’e karşı sefere çıkacaktı. Nureddin Zengi gibi Yavuz Sultan Selim de Şiiliği “sapkınlık” olarak değerlendirmekteydi.  Görülüyor ki Ortadoğu’da, Sünni temelli Kürt-Türk ittifakı, Yavuz Sultan Selim ve İdris-i Bitlisi döneminde değil, çok açık bir şekilde Nureddin Zengi ve Selahaddin-i Eyyubi döneminde başlamıştı. Hattâ belki Sultan Alparslan dönemi kadar gerilere gidiyordu.

 

Son olarak, bu tarihi durumu ele alırken göz ardı edilmemesi gereken bir hususun da altını çizmek istiyorum. Devletin mezhep eksenli örgütlenmesinde, Kürt ve Türk Alevilerinin (ayrıca gayrimüslimlerin) ciddi anlamda zarar gördüğü de unutulmamalıdır. Elbette aslolan, devletlerin din, mezhep ve ırk konularında nötr olmalarıdır. Ancak ne Osmanlı İmparatorluğu’nda, ne de Türkiye Cumhuriyeti’nde bu hususta gerekli hassasiyet gösterilmemiştir. Komşu ülkelerdeki durumun facia boyutundan söz etmeye gerek bile yok.  

 

 

- Advertisment -