Çatışma çözümleri üzerine çalışan hemen herkesin üzerinde birleştiği bir görüşe göre, çözüm yönündeki en kuvvetli adımlar, çatışmaların en yoğun olduğu, durmasına neredeyse imkânsız nazarıyla bakıldığı anlarda atılıyor.
Bunun neden böyle olduğunu anlamak için basit mantığa başvurmak kâfi: Çünkü o anlar, tarafların biribirlerine karşı öfkelerinin en yoğun olduğu anlar olsa da, sonsuza kadar çarpışamayacaklarını da en fazla idrak ettikleri anlardır.
Bu tecrübe, taraflardan birinin öbürünün bütün enerjisini yok etme imkânına sahip olduğunu hissettiği durumlarda işlemez; hal böyleyse, ne kadar yoğunlaşmış olursa olsun çatışma sürer. Fakat tartıştığımız örnekte devletin PKK’yı, Sri Lanka tarzı, onun bütün enerjisini yok edecek bir operasyonla bitirmek gibi bir gücünün ve hedefinin olmadığını biliyoruz. Bu durumda, “çözüme yönelik kuvvetli adımlar”ın arifesinde olma ihtimalimizin de yüksek olduğunu söyleyebiliriz.
Son tecrübe: 2012’de çatışma, 2013’te çözüm süreci
Çatışma çözümleri üzerine çalışanların bu ortaklaşa tespiti, devletle PKK arasındaki silahlı çatışmanın somut pratiği tarafından da doğrulanıyor. 2011 Temmuz’unda PKK’nın Silvan saldırısıyla başlayıp 1.5 yıl boyunca yaşanan ve geri dönüşsüz duygusu yaratan yoğun çatışmaların 2013 başında çözüm süreciyle tamamen kesilmesi, bu tespitin son doğrulaması oldu.
2011-2012 örneği, hem çatışma süreçleri üzerine çalışan uzmanların mutabakat ettiği “çözüm inisiyatifi, çatışmaların en yoğun olduğu anlarda ortaya çıkar” şeklindeki çatışma-çözüm diyalektiğinin nasıl işlediğini; hem de günümüzdeki ağır duygusal havaya bakıp “artık çatışmadan dönülemez” diyenlerin pekâlâ bir defa daha yanılabileceğini gösteriyor.
Öcalan’ın zamanı geldi mi?
Peki, çatışmayı sona erdirecek yeni bir inisiyatifin arifesindeysek, bu inisiyatif nasıl ve hangi aktörlerin üzerinden hayata geçirilebilir?
Cengiz Kapmaz (“Öcalan’ın ‘zamanı’ geldi”, Serbestiyet, 22 Mart), çatışmayı sona erdirecek yeni inisiyatiflerin arifesinde olduğumuzu, zaten ilk hamlenin KCK-PKK’dan geldiğini söyledikten sonra, bu yeni sürecin başat aktörünün Abdullah Öcalan olacağına işaret etti:
“PKK’yi kuşatma stratejisinin örgütü çözüme ikna etmeye nasıl dönüştürüleceğinin yoğun şekilde tartışıldığı bir zaman diliminde, KCK’den Dolmabahçe mutabakatı çerçevesinde müzakerelere hazır oldukları açıklaması geldi. Böylece dönüşümün daha az maliyetle gerçekleşmesinin imkânı doğdu. Ayrıca, Öcalan’ın yeniden etkili bir aktör olarak devreye girmesi için de ortam oluştu. Bu yeni durum mutlaka değerlendirilmelidir.
“Ancak kalıcı ve sürdürülebilir bir çatışmasızlık ve kamu düzeni sağlandıktan sonra, görüşmelere geçilmelidir. Aksi halde, benzer durumlar sıklıkla yaşanıp fazla hayal kırıklıkları yarattığı için, kamuoyu girişime destek vermeyebilir. Çözüm masasına oturulacaksa, yeniden çatışmalara hazırlık yapmak için değil, meseleyi kesin bir şekilde, hem de kısa sürede çözmek için oturulmalıdır.
“İtin uğursuzun, halk düşmanlarının fır döndüğü, yoksul halklarımıza acı yaşatmak için çırpındığı tarihi günlerden geçiyoruz. Durum çok çok hassas, çok çok ciddidir. KCK açıklamasından sonra İmralı’da Öcalan’ın kapısını çalmanın barış için Türkiye'nin önüne yeni ufuklar açacağını düşünüyorum.”
Öcalan neden konuş(turul)muyor?
Diyebilirsiniz ki, “Ne aktörü, ortada Öcalan mı var?..”
Doğru, fakat mâkul mü? Şu âna bakalım: Ortada, cezaevinden örgütü adına “Artık silahlı mücadele bitti, bundan sonrasında sadece siyaset olacak” diyen bir lider var, bir de bu deklarasyondan iki yıl sonra yeni bir silahlı ayaklanma başlatmış bir örgüt… Böyle bir durumda, lideri elinde bulunduran devletin ona söz hakkı vermesi, liderin de çatışma kararı alan örgütüne çağrıda bulunması beklenmez mi? Beklenir ve bunun neden yapılmadığını hepimiz merak ediyoruz.
Bu soruya verilen cevaplar başlıca iki öbekte toplanıyor (mealen): a) Devlet, Öcalan’ın Kandil’e hak verir bir tutum alacağından endişe ettiği için Öcalan’ın konuşmasına izin vermiyor. b) Devletin böyle bir endişesi yok, Öcalan’ın iki yıl önceki “siyaset” çizgisini koruduğunu biliyor, fakat Öcalan’a, Kandil’i iyice zayıflattıktan sonra baş vurmayı düşünüyor.
Biribirine zıt bu iki görüş, Öcalan’ın konuşmamasını devletin iznine bağlama noktasında buluşuyor. Fakat belki de 2011-2012’deki şey olmakta ve Öcalan hem devlete hem Kandil’e bir tepki olarak konuşmamaktadır?
Her şeyi unutuyoruz, oysa o süreçte Öcalan net bir deklarasyonla bunu ilân etmiş, bir daha da hiçbir ziyaretçi kabul etmemişti. Tâ ki, 2013 başındaki çözüm sürecine kadar.
Biraz hatırlayalım o günleri…
2011 yazının başında (birkaç ay sonra, Temmuz’da PKK’nın Silvan saldırısıyla birlikte bir buçuk yıl sürecek ve bin kişinin ölümüyle sonuçlanacak yeni bir çatışma dönemi başlayacaktır), uzun süredir devam etmekte olan çatışmasızlık halinin bozulabileceğini dair belirtiler ortaya çıkmaya başlamıştı. İmralı’da devlet heyetiyle sık sık bir araya gelen Abdullah Öcalan, avukatları aracılığıyla dışarıya gönderdiği notlarda PKK’nın da devletin de çözüm için samimi olmadığını söylüyor, bir yandan da sahadaki hararet artmaya devam ediyordu. 2011 Mart’ında beklenmedik bir şey oldu ve Öcalan iki tarafı da suçlayarak süreçten çekildiğini açıkladı:
“Her iki taraf da bana bir şeyler söylüyorlar. Devletin-AKP’nin zaten ne yaptığı ortada. Her iki taraf da beni idare ediyor. Aslında bu bir şantajdır. Kandil beni taşeron olarak kullanıyor. Devlet de heyeti taşeron olarak kullanıyor. Her iki taraf da beni taşeron olarak kullanıyorlar. Her iki tarafın beni taşeron olarak kullanmasına son veriyorum. Bugün itibariyle buna son veriyorum. Benim yapacaklarım bitti. Bundan sonra benim rolümü sürdürmem için sağlık, güvenlik ve özgür hareket alanının sağlanması gerekiyor. Artık bunlar olmadan hiçbir şey yapmıyorum.”
Ben, o günlerde bu sözleri şöyle yorumlamıştım:
“Öcalan, ‘yokluğu’ üzerinden ‘varlığı’nın değerini iki tarafa da göstermek istiyor. (…) ‘Madem öyle gidin çatışın’ demeye getiriyor ama dilinin altında şu var: ‘Çatışın, yiyin birbirinizi, nasıl olsa, sonra tekrar bana geleceksiniz…’ Dediği doğru. Devlet ve Kandil, Öcalan olmaksızın da çatışabilirler fakat Öcalan olmaksızın barışamazlar!”
Nitekim öyle oldu. 1,5 yıl boyunca süren yeni ve kanlı bir çatışma dönemi başladı, yüzlerce insan öldü. Sonunda, 2013 başında Öcalan, MİT Müsteşarı Hakan Fidan ile görüşme talebini devlete iletti ve çözüm süreci adı verilen yeni dönem başladı.
Öcalan’ın kendisi çekilmiş olamaz mı?
Kafamdaki soru şu: Acaba 2011-2012’deki sürecin bir kopyasını mı yaşamaktayız bugün? Yani: Öcalan, tıpkı o günlerde olduğu gibi gerek Kandil gerekse devlet tarafından “kullanıldığını” düşünmüş, ‘Çatışın, yiyin birbirinizi, nasıl olsa, sonra tekrar bana geleceksiniz…’ diyerek süreçten kendisi mi çekilmiştir?
Tabii aksi de mümkün ama ben, tarihsel bir çağrı yapıp “silahın dönemi bitmiştir, artık sadece siyaset var” diyen bir liderin, Kandil’in bugünkü “yüzde 100 silah, yüzde 0 siyaset” çizgisine onay verebileceğine ihtimal vermiyorum. Dolayısıyla da, yukarıda çizdiğim senaryonun doğru olma ihtimalini yüksek görüyorum.
Zannediyorum gelişmeler Cengiz Kapmaz’ın çizdiği çerçevede seyredecek ve benim, 2011-2012 çatışmalarının en yoğun anlarında ifade ettiğim, çok tepki gören fakat 2013’teki çözüm sürecinin başlamasıyla doğrulanan saptamalarım bir kez daha doğrulanacak: a) “Masasız çözüm, Öcalan’sız masa olmaz”, b) “Devlet ve Kandil, Öcalan olmaksızın da çatışabilirler fakat Öcalan olmaksızın barışamazlar!”