Ana SayfaYazarlar“Olmayacak şey bir insanın bir insanı anlaması...”

“Olmayacak şey bir insanın bir insanı anlaması…”

 

Bir zamanlar “plazamsı” yerlerde çalışırken arkadaşlarımın gayet şık hobileri vardı: Dalgıçlık, şarap tadımcılığı, kayak yapmak, at binmek, yelkencilik vs. Şimdi hâlâ öyle mi bilmiyorum ama bu tip hobileri olmayanların hayattan zevk alma konusunda “biraz” daha geride oldukları var sayılıyordu. Hiçbirini küçümsemiyorum, tam tersine gayet anlamlı da olabilirler ama maalesef bana göre hobiler değildi bunlar. Yine de birkaç tanesini ucundan denedim, sonra biraz durup düşününce, benim gerçekten severek yaptığım şeyin roman okumak, yürümek, sinemaya gitmek ve evde yemek pişirmek olduğunu keşfettim. Herkesin yapabileceği, önemsenmeye pek değmeyecek hobiler…

 

2013 yılında biraz da zorunluluğu isteğe dönüştürerek, işi gücü bıraktım, sonrasında düzenli bir işte de çalışmadım. Dolayısıyla o zamana kadar olmadığı kadar çok okuma, yemek yapma, film izleme ve yürüme imkanım oldu. Şu anda da yine bu hobilerin arasında gidip geliyorum. Ama yürümenin kapsamı artık değişti, artık yürümek deyince sokaklarda dolaşmayı, çarşı pazar gezmeyi, arada molalar verip çay kahve içmeyi kastediyorum ve bunları bir bütün olarak diğer hobilerimin hepsinden başka bir yere koyuyorum.

 

Yollarda yürümek, kulaklıkla radyo ve müzik dinlemek, kim olduğunu, geldiği yeri ve o anki istikametini bilmediğim insanlarla çoğunlukla sadece bir çift laf etmek, yemek alışverişi yaparken diğer müşterilerle (kendimi aniden “Ah Belinda” filminin bir sahnesindeki Müjde Ar gibi şaşkın hissetsem de) yemek tarifleri alıp vermek ve esnafla çok klişe laflarla çene çalmak hayatımın önemli parçaları haline geldi. Bir de baktım ki, tanımadığım, bazılarıyla bir daha hiç karşılaşmayacağım insanlarla geçici uçucu konuşmalar yapan biri haline gelmişim. Zamanla Ah Belinda’daki Müjde Ar’dan çok “Perihan Abla” ya da  “Bizimkiler” dizisi kahramanlarına dönüştüm. Mahalleli oldum, müdavim olmayı benimsedim.

 

Bunun en eğlenceli kısmı ise, karşılaştığım insanların görünüşlerinden, kılık kıyafetlerinden, bana söylediklerinden, yanındakilerle konuşma tarzlarından ve onlara davranışlarından, ama bütün bunlarla ilgili çok az veri varsa bile, yüzlerinden hikayeler çıkarmak.

 

Hikayelerin hepsi tek tek ele alınmalı aslında ama biraz toplamak istersek eğer, bu hikayelerin gününe göre, kahramanların yaşına ve cinsiyetine göre belli kategorilere ayrılabildiğini düşünüyorum.

 

Örneğin, Cumartesi ve Pazar günleri bazı hikayeler açısından çok verimli. Öğlene doğru bir vakitte “ocak başı” tarzı bir yerde 3-4 yaşındaki çocuğuna kahvaltı yaptıran bir “hafta sonu babası” mesela. Çocuk şaşkın, baba ondan da şaşkın. İkisi de birbirinden ürküyor ve hem vaktin bir an önce geçip gitmesini istiyorlar, hem de böyle düşünmenin “kötü” bir şey olduğunun tedirginliği var üzerlerinde. Birazdan, küçük bir çocuğun kahvaltı etmesi için çok da uygun şeyler olmadığından olsa gerek, ikisi de pek doymadan çıkacaklar ocak başından ve çok eğlenceliymiş gibi bazı “parkta oynama” sahneleri yaşayacaklar. Sonra planlanandan daha erken bir vakitte, çocuk muhtemelen anneannesine bırakılacak ve herkesin içi rahatlayacak. Görev tamam, “hafta sonu babası” kendisini çocuğuyla iyi vakit geçirdiği konusunda kandırmak için verileri toplamış durumda. Çocuk da, işte, “hiç olmazsa” babasının varlığını biliyor.

 

Hafta içinde ise daha çok “genç emekliler”, “danışmanlık” yapan işsiz ama paralı gençler, “mezuna kalanlar” (yani “bu yıl da” üniversiteye hazırlananlar), evden yarım saat uzaklaşınca bile çiçek gibi açabilen “zamanında mevki sahibi” olan daha yaşlı emekliler dolaşıyor ortalıkta. Bir de, çocuklarının aynı özel okulda olmasından dolayı tanışan, birlikte uzun uzun çay kahve içip, bu arada tüm vakitlerini sadece bu okulda yaşananların dedikodusunu yaparak geçirmekten kendilerini alamayan genç ev hanımları gibi enteresan bir grup var.

 

Çoğuna alıştım, bir tanesini görünce diğerlerini de hatırlıyorum ve hikayelerini birbirleriyle tamamlıyorum.

 

Mesela, özellikle genç emeklilerin diğer insanlara olan biraz fazla iyi davranışlarından “el iyisi” oldukları sonucunu çıkarıyorum bazen. Eşlerine sorsak, evde “lütfen” demeyi bile bilmezler muhtemelen.

 

“Danışmanlık” yapan işsiz gençler telefonda yüksek sesle ve yerli yersiz İngilizce kelimelerle doların o anki seviyesini, bundan dolayı ettikleri kâr ya da zararları konuşmayı seviyorlar. Kimse bunu idrak edemese de önemli bir iş yapıyorlar gibi bir havaları var. Çevrelerindekilerin onlara neden danışmadığını anlayamıyorlar.

 

“Mezuna kalanlar”ın bir kısmı hakikaten ders çalışma eğilimindeler. Belli ki önceki yıl “iyi bir puan tutturmuşlar” ama daha iyi bir yeri hedefliyorlar. Ilımlı, güler yüzlü çocuklar. Diğer kısmı, aslında evden uzaklaşmak dışında hiçbir şey yapma niyetinde değil. Kızlar, ayaklarını evdeymiş gibi altlarına alıp, erkekler ise koltukta ya da sandalyede yatar gibi kaykılarak otururken gelecekle ilgili herhangi bir şey düşünmek istemiyorlar. Hayat nereye sürüklerse artık.

 

“Zamanında mevki sahibi” erkekler az ama öz konuşarak çok derin olduklarının anlaşılmasını beklerken, kadınlar ise her an size bir şey öğretebilecek birer kapasiteye sahipler, sadece sizin onları anlayıp anlamayacağınız konusunda çok şüpheliler. Bu grup için ama, cinsiyetinden bağımsız olarak, en baskın motivasyon, değerlerinin hâlâ biliniyor olduğunu hissetmek. O zaman işte çiçek gibi açıyorlar.

 

Buralarda yaşayan, az çok hayatlarını bildiğim bazılarımız açısından “ünlü” insanlar aklıma gelince, tahminlerimin tuttuğunu ve hikayelerimin doğru olduğunu iddia etmemin mümkün olmadığını anlıyorum. Diyelim ki Foça’da bir çay bahçesinde Nabi Yağcı ve eşini çay içerken görsem, yüzlerini bilmesem, mutlaka kendi olağanüstü hikayelerinden çok farklı hikayeler yazardım. Ama şunu iddia edebilirim, onların yüzlerinden kötücül, insanları hafife alan bir şey de çıkmazdı. Ya da mesela İhsan Oktay Anar’ı (yürürken, alışveriş yaparken, kahve içerken görmek mümkündür buralarda) tanımasaydım bile, yüzünden küçük bir hikaye çıkarmam mümkün değildi, kendisi gibi uzun ve sıra dışı bir hikaye yazardım diye tahmin ediyorum.

 

Bütün bu yüz okuma oyunları sayesinde, dışarıda geçirdiğim vakitte de biraz roman okuyormuşum ya da film seyrediyormuşum gibi geliyor bana. İnsanlar ve hayatlar çok ilginç. Böyle oyunlar sayesinde insanları daha iyi tanıdığımı söylemem mümkün değil ama benim için çok daha eğlenceli hâle geldikleri kesin. Herkesin ayrı bir hikayesi var ve bütün bu hikayeleri birleştirebilecek ortak alanlar var. Ama hiçbir şeyden hiçbir zaman emin olamazsınız.

 

Hatta tam tersine, dakika dakikasına günlük hayatını bildiğimiz yakınımızdaki insanların hikayelerini bile anladığımızı, bildiğimizi iddia edemeyiz. Çünkü onları da kafamızda kurduğumuz hikayelerle, onlara atfettiğimiz özelliklerle anladığımızı, tanıdığımızı sanıyoruz. Halbuki çoğumuz, yakınlarımıza bile, zaman zaman tutarsız ve sınırları belli veriler sunuyoruz, bazılarımız içimizdeki hikayeyi kendimize anlatma konusunda bile hiç gönüllü değiliz üstelik. Herkes kendi kafasında kurguladığına “hayat” diyor.

 

Atilla İlhan’ın roman gibi şiiri “Karantinalı Despina”daki sözleri çok doğru: “Demlendikçe yalnızlığı, aydınlanıyor Muammer Bey / Olmayacak şey bir insanın bir insanı anlaması…”

 

 

- Advertisment -