Bundan iki yıl önce Fas'ın güneybatısında Zagora adlı kasabada, Sahra Çölü'nün kıyısında bir beriberi çadırında eşimle geçirdiğimiz gecede gördüm ilk defa gökyüzünü. Ondan önce hep gördüm sanmışım ama yanılmışım. O zamana dek, şehirde bir gece yarısı yürüyüşünde, bir kumsalda ya da şehirler arası bir gece yolculuğunda başımı kaldırıp baktığımda gördüğüm o karaltıyı gökyüzü sanmışım.
Oysa üstümüzde gerili olan sadece bir röprodüksiyondan ibaretmiş. O gece çölün kıyısında, hiçbir sentetik ışığın olmadığı, kuş uçmaz kervan geçmez o ıssız yerde, rüzgar hoş estiğinde kumda meydana gelen yol yol kıvrıntılarla yani hibaklarla bezeli adem denizinde, güneş batıp da gece olunca gök ''yüzünü'' göstermişti bana.
Uzak yol denizcilerinin, çölde yaşayan bedevilerin çok yakından tanıdığı bir şeydi o gün benim ilk defa karşılaştığım manzara. O geceyi benim için unutulmaz yapan şey de buydu. Gök, yüzünü bana çevirmişti.
Metropollerde güneş çekildikten sonra geriye kalan şey ne yazık ki gerçek anlamıyla ''gece'' değildir, alelade bir karanlıktır. Biz şehir insanları Samanyolunu göremeyiz, latif ay ışığını yutar şehrin ruhsuz ışıkları, yıldız denen kandillerin titrek ışığını bastırır arsız neon lambaları. Ancak şehirden bilhassa metropollerden yeterince uzaklaşıldığında bir nebze de olsa Samanyolunu ve pek çok yıldızı görebilmek mümkün hale gelir. Biz yer yüzünü aydınlattıkça, bir mucizeye karşı körleşiyoruz. Gözlerimizi kamaştıran o yapay ışıklar yüzünden, evreni göremiyoruz.
Yer yüzünü aydınlatacağız diye gök yüzü ile bağımızı kopardık, uzaya roket atsak da, aya ayak bassak da gök yüzünün ilahi yanı ile bağımız çoktan köreldi. Hayal gücümüzü bizden çalan hırsızlardan biri de işte bu kopukluk. Bizi yaratılışın ve varoluşun derinliklerine çekmek, düşüncelere dalıp tefekkür etmek için yaratılmıştır gece. Dünya denen alemin gerçek yüzüdür gece.
Şehrin gözlerimizi kamaştıran ışıkları bir süre sonra bizi gecenin anlamına karşı körleştiriyor. O çığrından çıkmış sahte aydınlığın bize maliyeti duyularımızdaki körelme. Ve bir dünyadan bezmişlik halidir.
Dünyadan bezmişlik tavrı kadar metropolle doğrudan ilişkili ruhsal bir fenomen yoktur belki de. Bu bezmişliğin müsebbiplerinden biri de şehrin sürekli gündüzü yaşama çabası, insanların geceyi gündüz gibi yaşama hırsı olsa gerek. Bu hırs belli bir süre sonra bir uyaran bombardımanına maruz bırakıyor insanı. Beden dinlenemediği gibi ruh da demlenemediği için olgunlaşamıyor belki de.
Şehrin ışıklarına kapılmamak elde değil, yalancı bir aydınlık gözlerimizi kamaştırıyor, neonlar, yanıp sönen tabelalar, rengarenk ışıklar gözlerimizi kamaştırırken bizi gönüllü bir körlüğe, ruhsal bir nasırlaşmaya mahkum ediyor. Bir dünyadan bezme hali içinde hep daha parlak bir ışığa ihtiyaç duyuyoruz önümüzü görebilmek için. Velhasıl, Hakikat yolcusu için tehlikelerle dolu bir dünya burası.
İşte böylesi bir yarı karamsar bir ruh halindeyken, bir arkadaşımla oturmuş, sohbet ediyorduk, arkadaşım eşi ile biraz takışmıştı ve kavganın sebebini bana anlatmaya başladı:
Eşi neredeyse her gece salonda ışıklar açık olduğu halde, TV karşısındaki kanepede iki büklüm uyuyakalıyordu.
Tanırım, modernizmin insanlığa attığı okkalı kazıktan sıklıkla yakınan biridir eşi. Yemeklerde bile sofranın diğer ucundaki tuzu istemeden önce konuya modernizm eleştirisi ile girer. En büyük hayali de bir sahil kasabasına yerleşip, şehrin çılgın kalabalığından ve modernizmin esaretinden uzaklaşmaktır.
Arkadaşım, geçen gece de onu bu halde salonda TV karşısında horlarken görünce, içinde kabaran hiddete engel olamamış, kocasına ''Sen önce şu odanın ışığını kapatıp uyu. Sen önce televizyon karşısında uyumaktan vazgeç. Sahil kasabasında yaşasan ne olacak? Sen sahile inmez, ışık altında TV'nin gürültüsünü kendine yastık yapıp uyumaya devam edersin. İnsan mekan değiştirebiliyor ama huyu baki kalıyor. Bilmem anlatabildim mi?'' diye iyice bir çıkışmış.
Arkadaşım konuşurken, benim de zihnimdeki taşlar birer birer yerine yerine oturttu. Her ne kadar modernizm mağduru olarak kendimizi aklamaya çalışsak da bireysel olarak irademize bağlı şeyleri yapmayı unutuyoruz. Bir birey olarak mesela şehirlerin gökdelenlerle dolmasını engelleyemem. Neon ışıklarıyla şehrin geceyi yaşamasına engel olan faktörleri ortadan kaldıramam. Ama biz akşamları televizyonu kapatabilir, açık ışıkta uyumamayı başarabiliriz. Ve ışıkları kapatıp perdeleri sonuna kadar açıp şehrin ışıklarından gök yüzünün yıldızlarına bir tefekkür haritası çıkarabiliriz.
Ben de o gece eve geldim, ve akşam yemeğinden sonra odama çekilip ışıkları kapattım. Ve kendi içimdeki tefekkür ışığını yaktım. Gözlerim karanlığa alıştıkça zihnimin aydınlandığını hissettim. Sessizlik ve şehrin pençelerinden kurtarabildiğim bir yudum ay ışığıyla ruhumu dinlendirdim.
Bunun ne önemi mi var? Kendi zihnimin kurtuluşu için bir çare sadece. Önemi bu.