Herkesin yoksul olduğu bir yerde toplumsal öfke kolay kolay kabarmaz, yoksulluğun olmadığı yerlerde de öyle; çünkü ikisinde de adaletsizlik yoktur. Yani öfkeye yol açan şey ilk bakışta sanıldığı gibi yoksulluk değil, adaletsizliktir.
Yoksulluktan orta sınıflığa terfi edip oradan tekrar yoksulluğa avdet edenlerin adaletsizlik karşısında içine girdikleri öfke hali ise hiçbir şeye benzemez.
Bu ölçüyle baktığımızda, geniş yoksul kitlelerin hızlı bir iktisadi kalkınma sürecinin sonunda sınıf atlayıp “orta”ya gelmelerinde yönetici sınıflar açısıdan büyük bir risk vardır; meğerki bu kalkınma süreci kesintisiz olsun ve yoksulluktan gelen orta sınıflar, geldikleri yere dönme korkusuna gark olmasın.
Yönetenlerin, toplumu bazı imkânlardan yoksun bırakma ve böylece kendilerine itirazsız yönetme kolaylığı sağlama becerilerini biliyoruz. Bunların hiç şüphesiz en yaygın olarak uygulananı, “kültür”ü (yerli ve milli) vurgulayarak evrensel ölçüleri geniş kitlelerin göz ve gönül menzilinden ırak tutmak.
Fakat yönetenler, halklarını evrensel değerlerden uzak tutmada ve böylece nispeten daha rahat yönetmede sağladıkları başarıyı, halklarını refahtan ilânihâye uzak tutarak sağlayamazlar. Yani yönetenler, “halkımızın yoksulluğu ne güzel, kuzu kuzu yaşıyorlar, itiraz etmiyorlar, biz de rahat rahat yönetiyoruz” diyemezler. “Yerli ve milli kültür” güzellemesi iş yapar ama “yerli ve milli yoksulluk” güzellemesi iş yapmaz.
Yani yönetenler, bu uzlaşmaz çelişkilerini toplumu yoksul tutmaya devam ederek değil refahını yükselterek çözmek mecburiyetindedirler ve öyle yaparlar. Peki ya refahı artırma süreci bir noktasında kırılır ve yükselenler yeniden geldikleri yere dönmeye başlarlarsa? İşte bu, yönetenlerin kâbusudur. Çünkü geldikleri yere dönenlerin duyguları, bir zamanlar aynı koşullarda yaşarken taşıdıkları duygudan çok farklı olacaktır. Onlar, bir zamanlar bildikleri, tanış oldukları maddi dünyaya geri dönmüşlerdir fakat artık daha önce hiç tanımadıkları bir ruh haline sahiptirler. Bu, “daha iyi”yi hiç tanımamışlarla tanımışlar arasındaki farktır: Birinciler ne kadar uysalsa, ikinciler o kadar talepkâr ve hatta isyankârdır.
“Hiçleşme” duygusunu en çok onlar taşır
Bu iki ruh halinin kıyaslaması bizi, birbirini izleyen ve “kopya” olma ihtimali yüksek cinayet intiharlarını “geçim sıkıntısı”yla izah etmeye çalışanların ihmal ettiği bir nüansa götürüyor: Cinayete ve ardından intihara baş vuranlar, zaten hep yoksul olan ve yoksulluklarından asla sıyrılamayacaklarına inanan kişilerden çok, yoksulluktan kurtulma umutları kırılmış olanlara benziyor.
Yani, cinayet intiharlarının ülkenin ekonomik koşullarıyla bir bağlantısı varsa şayet, bakmamız gereken yer en yoksullar, hep yoksullar ve hep yoksul kalacaklarına inananlar değil, o eşiği aşmış, bir umut ışığı görmüş, fakat zamanla ışığı kararmış olanlardır.
Onlar ki, artık daha beterinin olmadığını bilen en yoksulların aldatıcı huzurundan bile yoksundurlar; yıllardır daha beterine gerileme endişesi içinde yaşadıktan sonra daha beterini fiilen idrak etmişlerdir ve bunun kaçınılmaz ruhsal çöküntüsünü yaşamaktadırlar. Türkiye, işte burada anlattığım insanların yaşadığı bir ülke… Yani büyük kitlelerin yoksulluktan sıyrılıp orta sınıflaştığı ve fakat son yıllarda onlara yeniden eski koşullara dönmek korkusunu yaşatan bir ülke…
Kaybedileni sadece maddi refah düzeyi olarak görmek de çok yanlış olur. Asıl kaybedilen “umut”tur ve o, öbüründen çok daha derin etkiler yapar.
Yangına körükle giden siyaset…
Siyasi iktidar, elbette ekonomileriyle birlikte psikolojileri de aşağı doğru giden orta sınıfları geri getirmek ister; neticede iktidara seçimle gelinip gidilen bir ülkeden söz ediyoruz.
Öyle veya böyle, iktidar kendi hayrına (da) olacak bu performansı gösteremiyor, elinden o kadarı gelmiyor, fakat elinden gelebilecek bir şeyi yapmayarak, insanların geleceklerine dair umut taşımalarının önüne bir engel de o koyuyor: Siyasi gücünü kullanarak sadece kendinden olanları kollamak suretiyle ülkenin yarısının daha büyük bir umutsuzluğun içine girmesine yol açıyor.
Bekir Ağırdır’ın, “Adalet ve Kalkınma Partisi’nin bu ülkeye yaptığı en büyük kötülük” dediği şeyden, “başarı zincirinin kırılmasından” söz ediyorum:
“Alın teriyle başarılı olabilme zinciri kırıldı. AK Parti’nin özellikle son beş yılda bu ülkeye yaptığı en büyük kötülük budur. Türkiye’de bugün daha iyi pozisyonlara gelmek, hatta banka müdürü olmak için AK Parti onayı gerekiyor, yani partizanlık gerekiyor, yani yandaşlık gerekiyor.” (Sayıların Dili, T24, 13 Kasım 2019).
Ekonomik koşulların yarattığı umutsuzluk, siyasetin yangına bu şekilde körükle gitmesiyle daha da koyulaşıyor ve bir çaresizlik duygusuna yol açıyor.
Problem şurada ki, onca tezahürüne rağmen iktidar bu duyguyu görmemekte ısrar ediyor.