İHH İnsani Yardım Vakfı’nın geçen hafta sonu bu başlık altında Diyarbakır’da düzenlediği sempozyuma, “Farklı coğrafyalardaki etnik kökenli silahlı çatışmalar ve çözüm süreçleri” ile ilgili oturumda İspanya’nın barış deneyimini konu alan bir sunum yapmak üzere katıldım.
Kürtler, İspanyol anayasası ve ETA ile mücadele modelini Kürt sorununun haklar ve şiddetin sonlandırılması boyutuyla birlikte çözümü açısından önemli bir referans kabul ettiği için 2007’den bu yana Diyarbakır’da düzenlenen bazı konferans ve panellere davet ediliyorum. Bilindiği gibi, DTP ve BDP’den sonra HDP tarafından da savunulan demokratik özerklik de, İspanya’nın başlangıçta simetrik olarak öngörülmüş özerklik sisteminden esinlenmiş bir model.
Davetin bu sefer muhafazakâr bir sivil toplum kuruluşu olan İHH’dan gelmiş olması benim için bir ilkti ama Vakıf’ın barış konusuyla ilgilenmesi HDP’ye yakın medyanın dillendirdiği kadar tuhaf gelmedi bana. Türkiye’de barışı önceleyen herkes gibi, İHH’nın yakın durduğu Kürt muhafazakâr kesiminin de Çözüm Süreci ile ilgilenmesi ve etnik/kültürel kökenli bir silahlı çatışma yaşadığı ve sorunu çözmeye başladığında ciddi bir demokratikleşme ihtiyacı içinde bulunduğu bilinen İspanya’nın deneyimini dikkate alması doğaldı.
Havaalanından bizi konferansın yapıldığı The Green Park Hotel’e götüren “diplomalı taksi” şoförü son derece kaliteli bir siyasetçi üslubuyla İHH’nın bölgede nasıl algılandığını anlattı. Ancak ben şahsen İHH’nın, faturası iktidar partisine kesilen İslamcı teröristlere yardım ettiği iddialarına sahip çıkılmasının barışa pek de katkıda bulunmadığına inananlardanım.
Evrensel’de dün Yusuf Karataş imzasıyla yayımlanan “İHH ve Kürt Barışı” başlıklı yazıda, “Suriye’deki savaşta MİT’in insani yardım denip içinde silah çıkan TIR’larında mı dersin, el Kaide operasyonlarında mı dersin, radikal İslamcı teröristlerin ülkede tedavi edilmesinde mi dersin her taşın altından bu ‘insani yardım örgütü’ çıkıyordu" deniliyor. Birkaç cümle sonra şöyle devam ediliyor: “biz İHH’yı bir de MİT’le birlikte organize ettiği ‘Mavi Marmara’ olayında Filistin-İsrail barışına yaptığı büyük katkıdan da biliyoruz! Ne büyük rastlantı değil mi? AKP Hükümeti’nin aktif dış politikasında MİT’in operasyonel bir güç olarak kullanıldığı her yerde İHH’nın ‘yardım elini’ görüyoruz.Neyse, işte bu İHH Kürt barışına da el atmış.”
Karataş’ın yazısını buraya kadar okuyanlar, İHH’nın sadece devletin istihbarat kuruluşuyla ve “Orta Doğu’da sadece Kürtlerin değil aynı zamanda İsrail’in de güvenliğine karşı radikal İslamcı unsurları destekleyen bir politika izlemekle suçlanan” AK Parti ile ilişkisi nedeniyle muteber olmadığı sonucuna varır. Bu cümlelerden, doğru olmayan MIT TIR’larından silah çıktığı iddiası bir yana, AK Parti Türkiyesi’nin düşman olduğu, Kürtlerin ve Filistinlilerin çıkarlarının İsrail’inkilerle örtüştüğü gibi daha pek çok yanlış anlamlar da çıkarılabilir. Ama kafası çalışan her insan bu yazıyı okuduğunda, Çözüm Süreci’nin mimarı ve baş aktörü AK Parti olduğuna göre, öncelikle iki muhalefet partisinin ısrarla karşı çıktığı bu sürecin geleceği konusunda kaygılanır ki oturum aralarında birçok katılımcı bana konuya ilişkin görüşümü sordu.
Görünen o ki Kürtlerin büyük temsilcisi olma yarışında HDP ile muhafazakâr Kürtleri temsil eden AK Parti ve 9 seçim bölgesinden bağımsız aday gösteren HÜDA-PAR arasında ciddi bir çekişme var. İspanya’da da kendilerine yurtsever “abertzale” diyen Bask milliyetçi kesim içinde böyle bir çekişme olduğu için bu biraz doğal geliyor bana ama bizde çarpık bir denge olduğunun altını çizmek gerekiyor. Orada şiddete karşı çıkan çoğunluktaki muhafazakâr Baskların temsilcisi AK Parti gibi merkez partisi değil, 1895’te Bask milliyetçiliğini kurmuş olan PNV. ETA’nın sosyal tabanını oluşturan azınlıktaki Sol yurtseverlerin Batasuna’dan türemiş partileri ise her zaman Baskların küçük partisi durumunda bulunuyor.
Yusuf Karataş’ın atıfta bulunduğum yazısının devamında, açılış oturumunda dile getirilen “Kürt halkının kazanımlarının sadece bir parti veya bir kesime mal edilmesinin doğru olmadığı” şeklinde özetlenmesi mümkün olan görüşlerin, sempozyumun amacının ne olduğunu ortaya koyduğu belirtiliyor. Anlaşıldığı kadarıyla bu kazanımlarda hiçbir katkısı bulunmadığı için küçük kalması gerektiği ima edilen muhafazakâr kesimin Kürtlere yaptığı birlik çağrısı ise, AK Parti’nin “Sünnici- yeni Osmanlıcı” olarak tanımlanan politikasına PKK/PYD’nin dayanak yapılması” girişimi olarak niteleniyor.
Kabul etmek gerekir ki bir ülkede sosyolojik anlamda azınlıkta olan bir halkın çoğunluğunu silah kullanan bir örgütün temsil etmesi pek mümkün değildir. Türkiye’deki mevcut çarpıklık aslında muhafazakâr Kürtlerin siyasallaşmasının geçmiş dönemde anti-demokratik yasalarla engellenmiş olmasından kaynaklanıyor. Bu ayrı bir tartışma konusu kuşkusuz ama bu noktada altının çizilmesi gereken önemli husus, Çözüm Süreci’nin asıl sahibinin,muhafazakârı, liberal ya da sosyal demokratıyla bütün Kürtler olduğu ve PKK’den silah bırakmasını, devletten de haklarını talep ettiği gerçeğidir.
Nitekim sempozyumda söz alan muhafazakârların, silahların susmasının yanı sıra, siyasi sorunun çözümüne ilişkin olarak dile getirdikleri eşit vatandaşlık, ana dilde eğitim, ana dilin kamusal alanda kullanılması ve yerelleşme gibi taleplerinin aslında HDP’ninkilerden pek farklı olmadığı görülüyor. Hatta oturum arasında HDP’nin özerklik önerisini, konuşmamda esinlendiğini söylediğim İspanyol özerklik sisteminin ışığında değerlendirmemi isteyenler olduğuna bakılırsa, bu konuda da bir ortaklaşma olduğu izlenimi ediniliyor.
Konuya merkezden bakıldığında, Kürtlerde bu yöndeki bilinçlenme ve kararlılığın bölgedeki muhafazakâr kesimin çoğunluğunu temsil eden AK Parti başta, demokrasiye inanan bütün siyasi partilerce dikkate alınmasında yarar olduğu görülüyor. İvedilikle yapılması gereken, İHH’nın 25 maddelik önerilerinin 2. maddesinde de belirtildiği gibi, haklar ve özgürlüklere dair anayasal ve yasal düzenlemelerinsilah bırakma sürecine bağlanmadan gerçekleştirilmesi. Çünkü “silahların bırakılması PKK ile devlet arasındaki bir süreç ise, haklar ve özgürlükler konusu devletin vatandaşlarına karşı yükümlülüğü” niteliğini taşıyor.
Merkez partileri arasında şimdilik çözümü destekleyen tek parti olan AK Parti’den de zaman zaman “önce silahlar bırakılmalı” açıklamaları geldiği için devletin bu yükümlülüğünü artık geciktirmemesi gerektiğinin altını kalın çizgilerle çizmekte yarar var. Silahlar elbette susmalı ama dünya örneklerine bakıldığında, silahların gömülmesi anlamında kesin silah bırakma bu sürecin ilk değil, son aşamalarında yer alıyor. Silah bırakıldıktan sonra, silahların teslimi veya denetlenebilir şekilde imhası ve nihayet örgütün kendini feshetmesi gibi aşamalar var.
Kabul etmek gerekir ki Türkiye’nin tam demokratik bir ülkeye dönüşmesi, Kürt sorununun şiddet boyutuyla birlikte çözümünü de içereceğinden, tüm Ortadoğu’da domino etkisi yaratacak bir nitelik taşıyor. Sempozyumun sonunda söz alan Kobane’li bir din adamının dile getirdiği gibi, Türkiye’deki çözümün, Kürtlerin bölgenin diğer ülkelerindeki sorunlarının çözümünü tetiklememesi mümkün değil. Sürece içeriden, dışarıdan sürekli müdahale edilerek çözüme engel olunmaya çalışılmasını öncelikle bu bağlamda değerlendirmek gerekiyor kuşkusuz.