Kürt siyasi hareketinin son yıllarda sık sık kullanmaya başladığı bir argüman var: “Diyalogla sorunu çözebilecek son nesiliz.” DTK deklarasyonunu değerlendiren DTK Eşsözcüsü Hatip Dicle de aynı sözü tekrarlayarak “yol ayrımına geldik” diyor. Geçenlerde Cizreli bir öğrencim de “eğer Türkiye bu meseleyi benim babam ve akranlarıyla çözmezse, benimle hiç çözemez” dedi.
Son nesil meselesi
Peki, Kürtlerin “diyalogla sorunu çözebilecek son nesli” tarih sahnesinden barış için elini uzatmışken, Türklerde durum nedir? Devleti yöneten her lider Kürt meselesini diyalogla çözmek anlamında can mı atıyor? Sahi, şimdiye kadar kaç lider, Kürt sorunun varlığını samimice ifade edip meselenin çözümü için klasik devlet anlayışını bir kenara bırakarak kendisi ve partisini risk altına soktu? Turgut Özal’ı saymazsak, tâ AK Parti dönemine kadar başa geçen başbakanlardan hangisi bu konuda ne yaptı? Yine AK Parti’yi bir kenara koyarsak, var olan liderlerden hangisi bu meseleyi çözme anlamında bir umut vaat ediyor? Kemal Kılıçdaroğlu mu yoksa Devlet Bahçeli mi? Yoksa her iki partide de onların yerine geçmek için mücadele eden, rakip genel başkan adayları mı? Meclis dışında kalmış, toplam yüzde 2 oy desteği bile olmayan küçük parti başkanlarının, yakın vâdede bu ülkeyi yönetme şansları olmadığına göre, onların da adlarını saymak çok da anlamlı olmaz.
Önümüzdeki resme bir bütün olarak göz attığımızda, ne yazık ki halen AK Parti’den başka, halen Başbakan Davutoğlu ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’dan başka, bu meseleyi çözme iradesini açıkça ortaya koyan ve kendi tabanlarını bu doğrultuda harekete geçirebilecek başka parti ve liderler yok. HDP’yi ve Kürtleri, bu meseleyi çözme anlamında irade beyan etmiş ve çözebilecek yetenekte olan Cumhurbaşkanı Erdoğan ile karşı karşıya getiren akıl, emin olun, başta Kürtler olmak üzere bu ülkeye inanılmaz bir kötülük etti. Evet, belki Kürtlerin diyalog arayan son nesli sahnede; ancak Türkiye toplumunun ezici bir çoğunluğunu barışa ikna edebilecek görünürdeki son lider olarak da Cumhurbaşkanı Erdoğan görülüyor. Ondan sonra iktidar olmaya en yakın ihtimal olarak görülenlerin ne bir barış planı, ne de bir barış vizyonları bulunmamakta. Lider olmanın en önemli özelliği, inandığı doğruları halka de kabul ettirebilme yeteneğidir. Çok zor bir zamanda Türkiye toplumunun ağırlıklı bir kesimini barışa ikna edebilen ve bu yolda en önemli psikolojik bariyerleri aşabilen Cumhurbaşkanı Erdoğan, bu ülkeye barış getirebilirdi. Ancak ne PKK ve ne de aklını Türk solunun cebine koymuş olan HDP, bu süreci iyi yönetemedi.
Yeni dönemin ruhunu okuyamama
7 Haziran seçimleri Kürt meselesinin çözüm seyrini tamamen değiştirip yeni bir ortamın, yeni bir dönemin kapılarını açarken, Kürt hareketi yok “barış süreci durdu,” yok “ Saray Dolmabahçe Mutabakatını geçersiz kaldı ”gibi bahanelerle, alelacele şiddet ortamına döndü. Oysa yeni dönem, zaten barış görüşmelerinin seyrini değiştirmiş ve artık sorunu Meclis çatısı altında çözüme kavuşturabilmenin imkân ve araçlarını ortaya çıkarmıştı. Varsın AK Parti PKK’yi muhatap almaktan vazgeçsin ve barış süreci, İmralı görüşmeleri bir- iki yıl devam etmesin. Eğer HDP sürecin ruhuna uygun politikalar geliştirebilseydi, AK Parti, HDP’yi görmezlikten gelebilir miydi? Kürtlerin Mecliste güçlü bir temsile sahip olduğu bir durumda, kendi kendine “özyönetim” ilan etme ihtiyacı olur muydu? Henüz meşru ve sivil siyasetin tüm kapıları açık iken, Kürtlerin de bu ülkede ileri düzeyde bir otonomiyi demokratik hukuk devleti imkânları çerçevesinde elde etme şansı varken, kimi şehir ve kasabalarda “özyönetim” ilan edip, yüzbinlerce halkı ölüm ve sürgün seçeneği arasında bırakmanın mantığı neydi?
HDP ve DTK’nın ısrarla bu yanlışın arkasında durmasının siyasi anlamı nedir? DTK sonuç bildirgesinde, “DTK olarak halk meclislerinin ilan ettiği özyönetim ilanlarını ve halkımızın her alanda yürüttüğü bu haklı ve meşru direnişi sahipleniyor; Kürt halkının ve tüm Türkiye halklarının bu direnişlere katılmasını ve destek vermesini demokrasi ve özgürlük mücadelesi gereği olarak görüyoruz” denilmekte. Belli ki HDP de aynı görüşleri, aynı kararlılıkla savunuyor. Oysa Selahattin Demirtaş, daha 30 Ağustos 2015’te “Anayasal garanti altına alınmadan işleyen bir özerklik sistemine de sıcak bakmıyorum… Silah yoluyla özerklik ilanını da doğru bulmuyorum” demişti.
Küresel kapitalizm krizi nere, Kürt meselesi nere
DTK sonuç bildirgesinin ikinci cümlesi aynen şöyle: “ Günümüzde küresel kapitalizm derin bir kaos yaşamaktadır. Yaşanan bu kaostan etkilenen bölgelerin başında da Ortadoğu, Anadolu ve Mezopotamya gelmektedir.” Sanki Kürdistan ve Ortadoğu küresel kapitalimin merkez üssüymüş! Sahi, küresel kapitalizmin hangi merkezinde bir kaos varmış da bizim haberimiz olmadı? New York’ta mı? Frankfurt’ta mı? Tokyo’da mı? Londra’da mı? İbn-i Haldun daha 14. yüzyılda, bir devlet veya sistem merkezden bir çöküntü içine girmedikçe ayakta kalır diyordu. Şimdi sormak gerekir: Kürt meselesinin; şiddetin, hendeğin, öz yönetimin, küresel kapitalizmin derin kaosuyla ne alakası var? Kürtlerin derdi küresel kapitalizmin kaosuna çözüm bulmak mıdır? Hem hangi “bilge ve ileri zekâlı” küresel kapitalizmin derin bir kaos içinde olduğunu düşünüyor? Bana kalırsa küresel kapitalizm hiçbir devir ve dönemde olmadığı kadar altın çağını yaşıyor. Üstelik küresel kapitalizm hangi kaosu yaşasa da, ne sosyalist ekonomik model, ne de insanlığı mağara dönemine götürmeye aday ekolojik komünal toplum modeli, kapitalist ekonomik modele asla alternatif olamaz.
“Eyalet yapısı hızlı kalkınmayı getirir”
Cumhurbaşkanı Erdoğan, başbakanlığı döneminde, 29 Mart 2013’te, CNN Türk ve Kanal D’nin yayınladıkları “Başbakan özel” programında, “Osmanlıya baktığımız zaman Lazistan ve Kürdistan eyaletleri vardı… eyalet yapısı hızlı kalkınmayı getirir” diyordu. Peki, bugün Sayın Erdoğan ve AK Parti’nin, yeniden üniter devlete neredeyse Kemalistler kadar dört elle sarılmasında, Türkiye’nin demokrasi karnesinin en hassas noktasını teşkil eden Ergenekon dâvâlarının sulanmasında ve giderek artan insan hakları ihlallerinin ortaya çıkmasında, hendek, barikat ve özyönetim ilanlarının katkısı nedir?
Şimdi PKK Türkiye’de şiddet defterini tamamen kapatmış olup, bunca meşruiyet ve uluslararası destekle, tüm gücüyle Rojava’da devletleşmenin imkânlarını zorlamış olsaydı, bir- iki yıl içinde Türkiye ile efendi efendi bir masanın etrafında toplanarak Kürt meselesini, adamakıllı bir özerkliği de içerecek şekilde konuşma zemini bulmaz mıydı? Dünyadaki en işlevsel başkanlık sistemlerinde eyalet yapısı var. Bir de şu Kürtleri başkanlık sistemi düşmanı yapmasalardı, her halde işler daha kolay çözülürdü. Ancak HDP’nin 150 kişilik Parti Meclisinde sadece 43 Kürt var ve bunların da en az yarısı “dilsiz” ise, Türk Soluna alkış çalmaktan başka ne yapılır? Yine HDP’nin 7 Haziran’da çıkarttığı 80 milletvekilinden, sadece 20 civarında vekili Kürt ise, işte o zaman Kürtlerin “tek derdi” başkanlık sistemi ve Cumhurbaşkanı Erdoğan olur. Şimdi Türk Solunu hep birlikte bir kez daha alkışlayalım.
Son olarak KCK Eşbaşkanı Cemil Bayık “Kürtler devlet ve iktidar istemiyor” demiş. Peki, “özyönetim” devletin nesi olur? Aralarında nasıl bir ilişki ve akrabalık var?