“Ve sonunda geriye kalan kuşkularımı da giderecek bir keşifte bulundum.” Edgar Allen Poe’nun hafiye kahramanı Augusto Dupin’in, ”Çalınan Mektup” isimli hikâyede dudaklarından dökülen bu sözle ürpeririz. Kulaklarımız hassaslaşır, göz bebeklerimiz büyür, pür dikkat kesiliriz. İçimizde garip bir haz dolaşmaya başlar. Zihnimizde bir hareketlenme olur tıkır tıkır. Agatha Christie’nin Belçikalı dedektifi Hercule Poirot’un da dediği gibi ”Küçük gri hücreler”imiz mesaiye başlar. Aleladeliğin miskinleştirdiği ruhumuz sıkıntılı uykusundan uyanır. Sıradan dünyamızı, sırlar dünyasına dönüştüren mekanizma çalışmaya başlamıştır. Kaşif, az sonra hakikati örten perdeyi kaldıracak, bir sır ifşa olacak, bilinmezliğin karanlığı aydınlanacaktır.Velhasıl kelam, istisnasız hepimizin keşif sözcüğüne karşı gayri iradi bir yönelişi vardır. Daha önce varlığından haberdar olunmayan bir şeyi bulup gün yüzüne çıkarmaktır anlamı.Peki neden bu kelimeye karşı böylesine bir zaaf içindeyiz? Bunun en basit açıklaması yaşamın kendisinde saklıdır. Yaşam, keşfedilmeyi bekleyen nice sırlarla dokunmuştur. Zatında barındırdığı bu özellik hepimizi ister istemez potansiyel bir kaşif yapar. Hakikatin kapısının adıdır keşif. Kaşif ise o kapıyı aralama cesareti olandır.Bilinmeyene duyduğumuz ilgi ve iflah olmaz hakikat arayışımız bize yaşamak için bir sebepler dizisi sunar. Bu hayati işlevi nedeniyle her çağın ruhuna uygun bir halde dönemin edebiyatında ve sanatında zuhur eder. 19 yy’dan itibaren de içine doğduğumuz gerçeklik krizinin en ilginç ürünlerinden biri olarak başlı başına bir tür haline gelir. Dedektif hikâyeleri ile başlayan serüven, 20. yy ile birlikte dedektif romanları ile zenginleşerek popülerliğini artırır. Önceleri, ucuz edebiyat olarak algılanıp, seçkin okuyucunun beğenisine yakıştırılamasa da, zamanla iade-i itibarı yapılacak ve bir edebiyat türü olarak anılmaya başlayacaktır.Polisiye, bir keşif edebiyatıdır. Sürekli aynı formül üzerinden gittiği halde böylesine popüler olmasının en temel sebebi; gazetelerin ve gazetecilerin bize vaat edip de çoğunlukla veremediği şeyi, yani ”gerçeği” bize sembolik de olsa sunmasıdır. Polisiyenin bu özelliği onu suç romanından ayırır. Gizemli bir vakayı çözmek demek, analitik düşünme yeteneğinin nimetlerinden yaralanarak; gözlem gücünü kullanarak, başkalarının zekasını tartarak olayların altında yatan yasaları bulmak demektir. Bu minvalde, klasik polisiyenin konusu suç değildir; buna göre konunun ele alınış şekli de -suç romanlarında olduğunun aksine- toplumsal ya da adli değildir. Hiçbir politik göndermesi de yoktur -hatta siyasi bir hikayeyi işlese bile bu böyledir ve bence türün asıl hayranlık uyandıran yanlarından biri de bu ilginç becerisidir.Dedektif, hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığı bir dünyada analiz gücü ve yüksek sezgileri ile ilerler. Olaylar arasındaki nedensellik ilişkilerini keşfeder. Her adımda âşık biraz daha katile dönüşür. Sadık hizmetkârın cani bir düşman, hayat dolu ve cazibeli görünenin ölümcül olduğu ortaya çıkar.Klasik dedektif romanları sadece muamma ve muallakla; yani esrarın çözülmesi ve gerçeğin açığa çıkması ile ilgilenir. Riyanın hakikat kisvesiyle ile dolaştığı bir maskeli balonun yeniden ve yeniden düzenlenmesi; riyanın maskesinin tekrar ve tekrar aynı hazla düşürülmesinden ibaret sabit bir kodla işler. Bu kodun, en kaba tabirle, varoluşsal sorunları, çözülebilir somut ”esrarlara” indirgeyerek insanın keşfe duyduğu merakın zahmetsiz tatminini sağlar. Böylelikle, dünyeviymiş gibi görünerek metafizik bir ihtiyacı giderir.Polisiyedeki cezbedici hususiyetin sırrının keşif olmasını anlamanın bir yolu da yine keşfin merkezi bir yer tuttuğu tasavvuftaki keşfi anlamaktır. Tasavvufta da keşif, perdelerden çıkmak demektir ve gerçeğin adım adım ortaya çıkmasına karşılık gelen bir ifadedir. Keşif sahibi kişi daha önce bilmediği bir şeyi idrak eder. Hakikate ulaşmasına mani olan perdeleri birer birer aşarak hakikate varır. Seyr-ü sülük ise bir şeyin nezaretinde hakka yapılan uhrevi yolculuktur. Bu açıdan, dedektifin hakikat yolculuğu ile sufinin seyr-ü sülûkünde paralellikler vardır. Seyr-ü sülûkün akılcı ve dünyevi boyuta indirgenmiş şeklidir.Dedektif bir mürşit gibi, erdemlerinin ışığında sır perdelerini bir bir aralamakla ve müridini, yani okuru, hakikat mertebesine yani muallak dağının ardına ulaştırmakla yükümlüdür. Bu çerçevede polisiye maddesel dünyanın, dogmalarına karşı bir meydan okumadır da aynı zamanda. Sir Conan Doyle’un Sherlock Holmes’ü de Agatha Christie’nin Hercule Poirot’suve meraklı teyzesi Bayan Marple’ı da, gerçeğe yalnızca gerçeğe olan bu adanmışlıklarından dolayı birer hakikat sofusudurlar. Yazarları tarafından, okuyucuyu görünenin ardındaki sırra ulaştırmakla görevlendirilmiş postnişinler; birer keşif ehlidirler.Biz okuyucular da, polisiye bir roman okurken sembolik bir seyr-ü sülûke iştirak etmiş oluruz. Holmes’ün Dr. Watson’u, Poirot’nun Dr. Hastings’i ya da Hızır’ın Musa’sı gibi eşyanın ardındaki hakikati görme yolunda ilerleriz.Sherlock Holmes, dünyevi gerçeğin peşinde riyanın karanlık sokaklarda dolaşırken, yazarı Arthur Conan Doyle da doğaüstünün bilinmezliği içinde gerçeği arayarak geçirdi hayatını. Hatta, ahirete ve ruhların varlığına dair yaptığı paranormal araştırmalarını kitaplaştırdı (“Bilinmeyenin Kıyısında”, Dharma yay.).Aynı şekilde, Edgar Allen Poe’nun ve Agatha Christie’nin de doğaüstüye karşı olağan üstü bir ilgisi vardı. Yazarların bu metafizik arayışı ve polisiye tutkusu tezat gibi görünse de kanımca polisiyenin aslında metafizik bir tatmini hedeflediği varsayımını güçlendiriyor.Kanımca klasik polisiye edebiyatının, bu kadar ilgi çekmesinin sebebi seyr-ü sülûku yalın ve fiziki bir bilmeceye çevirip zahiri bir yolculuk seviyesine indirmiş olmasıdır. Yani bir şekilde, bir mecburi hizmet gibi insanın kaderine kazınmış olan gerçeği arama yolculuğunu ve düğüm çözme zaafını; en sade ve tüketilebilir tatmin düzeyine indirgemişlerdir.Yazarlar, varoluşsal hakikate duydukları metafizik ilgiyi, kurgu karakteri ile dünyevi ve pozitivist bir zeminde yeniden üreterek okura sunmuş görünüyor. Bu vesileyle kişi, -tıpkı bir vitamin hapı gibi- insana hali hazırda varoluşunun devamlılığı için ümitsizce ihtiyaç duyduğu şeyi zahmetsizce karşılar. Metafizik bir ihtiyaç, dedektifin ”gerçeğe ya da hakikate” yaptığı yolculuğa yani dünyevi bir metafora dönüştürülerek her kesimden okuyucunun ya da izleyicinin tüketebileceği bir şekle sokulmuş olur. Ama elde edilen gerçeklik, sadece gerçekliğin bir simülasyonu olduğu için her defasında yeniden kaçar. Ve bu deneyim, başka bir keşif hikâyesiyle sanki daha önce hiç yaşanmamışçasına duyulan bir açlıkla yeniden yaşanır.Aslında gerçek sıklıkla bakmayı en son akıl ettiğimiz yerdedir: Gözümüzün önünde burnumuzun tam dibinde. Esrar düğümlerine üfleyenlerin şerrine karşı her zaman düğümleri çözenler olacaktır. Gerçek ne de olsa insana rağmen ortaya çıkan bir şey değil midir? Yalnız onu ortaya çıktığı an görecek göze sahip olmak gerekir. Bu göze de, ancak kalbin, aklın eğitimi ile sahip olunur.
- Advertisment -
Önceki İçerik
Sonraki İçerik